24 Eylül 2009 Perşembe

DAHA YÜKSEK!..




Gaşerbrum II
Işıldayan Duvar
20 Haziran’da uçaktaki yerime oturup, emniyet kemerimi bağladığımda karmaşık duygular içindeydim. Önümde iki aya yakın bir süre, bilinmezlerle dolu olarak duruyordu. Neler olacak? Nasıl olacak? Ne halde döneceğiz? Pakistan Himalayalalarına düzenlediğimiz tırmanış ekspedisyonu, tek başına dağcılık etkinliği olmaktan çıkmış, pek çok başka alanda da sorumluluk yüklemişti bize. Bir takım olarak, kendi organizasyonumuzla Himalayalalara gidiyorduk, bu Türkiye için bir ilk olacaktı. Elif ve ben Türkiye’den 8000 metre üzerine ulaşmayı deneyecek ilk kadın dağcılar, zirveye ulaşabilirsek de Türkiye’nin “en yüksek kadınları!” olacaktık.Hepimiz zirveye ulaşabilirsek Türkiye’den 8000 metre üzerine çıkmış dağcı sayısını tam üç katına çıkarmış olacaktık. Üstelik bu kez etkinliği baştan sona her tür olanakla kaydetmek gibi bir planımız da vardı.

İstanbul’dan bir basın toplantısı ile uğurlandık. Yüzlerimize patlayan flaşların, karşımıza sıralanmış kameraların arasından, ailelerimizin ve dostlarımızın endişeli ama sevecen yüzlerini seçiyorduk. Nihayet uçağa bindiğimizde ben, son birkaç aydır yaşadıklarımızın ve gelecek bir iki ayda yaşayacaklarımızın gerçek olup olamayacağını düşünmeye başlamıştım. Her şeyin son derece gerçek olduğunu anlamam uzun sürmedi. İslamabad’a indiğimizde sabahın altısında suratıma vuran fırın sıcağı gerçekti örneğin! Sonra bizi karşılayan görevli subayımız Raşit’in meraklı bakışları, organizasyon şirketimizin sorumlusu Sultan’ın sıcak gülümsemesi, anakampa ulaşana kadar bize her konuda rehberlik edecek Sarvar’ın içten el sıkışı gerçekti. Ve İslamabad … Bu şehir bizleri şaşırttı açıkçası Pakistan’da görmeyi beklediğimiz kargaşa, yoksulluk toz toprak yerine son derece düzenli, geniş caddeleri olan ve yemyeşil bir başkent bulduk. Başkentin benzemez yapışık ikiz kardeşi Ravalpindi’yi görene kadar kendimizi pek de Pakistan’da hissedemedik. İkiz kardeş “Pindi” şehri ise bizlere pek de yabancı olmadığımız renkli, gürültülü ve sonuna kadar “insan” kent nasıl olurmuş onu gösterdi. Bir basın toplantısı da orda yapıldı, bu kez katılımcılar daha da resmiyet kazanmıştı. Türkiye adına takımımızı sunmak için Pakistan Büyükelçimiz Sayın Kemal Gür, Pakistan hükümeti adına da Turizm Bakanının bizzat kendisi toplantıya katıldı. Gerek büyükelçimizin bize gösterdiği yakın destek ve güven gerekse Pakistan kamuoyunun büyük ilgisi sorumluluklarımızı biraz daha ağırlaştırmış oldu. Bu ekspedisyonun hakkını vermeliydik, zirveli ya da zirvesiz ama elimizden geleni yaptık diyerek dönmeliydik.
Himalaya tırmanışları dağcılık açısından başlıbaşına başka bir alan, Alp stili tırmanışlardan son derece farklı bir “Himalaya stili” var. Himalaya stilinde her şey büyük rakamlarla gerçekleşiyor; tırmanış için gereken gün sayısı, teknik malzemeler, kullanılan özel giysi ve donanımlar, dağa ulaşmak için harcanan emek, hamallar, ahçılar her şey daha fazla, daha kalabalık ve karmaşık. Bizim için tüm bunların organizasyonunu üstlenen şirketin Skardu kasabasındaki ofisinde kendi eşyalarımızı düzenlerken biz de bu karmaşıklığın parçası olmuştuk. Eşyalarımızı taşıyıcılar için 25’er kiloluk parçalara bölüp bidonlara yerleştirme işine kendimi kaptırmış, sanki orda bulunmamızın tek amacı bidonlara eşya bölüştürmekmiş gibi hissetmeye başlamıştım. Sonra fark ettim ki Himalaya tırmanışlarının “büyüklüğü” altında ezilmemenin yolu da bu, yani önündeki işe, günlük olarak ulaşmayı planladığın noktaya odaklanmak. Sonuna kadar bu yöntemi sürdürmeye çalıştık her birimiz, başarılı da olduk. Skardu kasabasında bize gittiğimiz yeri ve asıl işimizi hatırlatan tek mekan kaldığımız “K2 Motel”di. Yıllardır Himalayalaların Karakurum bölgesine düzenlenen tırmanış ekspedisyonlarının ilk durağı olmuş bu motele dağcılık tarihinden anılar sinmişti. Kimi trajedilerle, kimi unutulmaz kahramanlıklarla son bulmuş onlarca tırmanışın öyküsü duvarlara yansımıştı. K2 Motelin duvarlarında her yıl için hazırlanmış panolarda o yıla ait resimler, çıkartmalar, notlar sergileniyordu. Serhan, 1998’de kendi eliyle yapıştırdığı “Atlas K2 tırmanışı” çıkartmasının önünden uzun süre ayrılmadı. Hepimiz için orada Uğur’dan bir şeyler bulmak yürek acıtıcı olmuştu.
Skardu K2 Motel, yatakta yattığımız son yer oldu, buradan sonra bir buçuk ay çadırda geceleyecek, ülkemizle, yakınlarımızla haberleşme olanaklarını yitirecek, dünyanın en yüksek coğrafyasında yer edinme mücadelesi verecektik. Anakampa kadar taşıyıcılar eşliğinde gerçekleştireceğimiz yürüyüşün başlangıç noktası olan Askoli köyüne jiplerle ulaştık. Skardudan Askoli’ye ulaşmak 7-8 saat sürdü. Günde en az beş altı ekspedisyon ekibinin taşındığı bu yol sık sık heyelan ya da su taşkınlarıyla kesiliyormuş, açık olduğu zamanda bile ancak jiplerin akıl almaz yetenekleri (ya da jip sürücülerinin becerileri demek gerekir) sayesinde ilerlemek olanaklı oldu. Askoli köyünde karşılaştığımız manzara ise bir başka şaşkınlıktı. Anakampa yürüyüş boyunca eşyalarımızı yerli halktan taşıyıcıların götüreceğini biliyordum, ama yine de Askoli’de sakin geçirdiğimiz ilk gecenin sabahında kendisine yük verilmesini bekleyen yüzlerce insanla böyle birden karşılaşmayı beklemiyordum. Hane sayısı onu geçmeyen bir köyde toplanmış bu kadar insan, Karakurum’a tırmanış ya da yürüyüş için gelmiş grupların yüklerini taşımak için çevre köylerden gelmişti. Günde 4-5 ABD doları karşılığında 30 kilo yük taşıyorlar, günler boyunca taşta toprakta buzda yatıp kalkıyorlardı. Türkiye’deki ırgatları düşündüm, durumları çok da farklı sayılmazdı. Yüzlerce insanın organizasyonu da başlı başına güç bir iş, bunun için aracı şirketler bir çeşit taşeronluk biçimi kullanıyordu. Serdar adı verilen kişiler aracılığıyla her ekspedisyon için gerekli sayıda taşıyıcı istihdam ediliyordu. Henüz tüm bu hazırlıkların ve kalabalığın şaşkınlığını üzerimden atamadan yürüyüş başladı. Dünyanın en yüksek bölgelerinden birinde, bir kamptan diğerine yürüyerek göçebe hayatı yaşamaya başladık. Yüzüç taşıyıcımız, altı kişilik tırmanış takımımız, ahçımız, iki ahçı yamağımız ve görevli subayımız ile kalabalık bir kervan olarak yola koyulduk. Ulaştığımız her kamp yerinde bizim için taşınan mutfak çadırımız, ortak çadırımız, gecelediğimiz çadırlar kuruluyor, sabah ve aksam eksiksiz öğünler hazırlanıyordu. Sabahları çok erken kalkıp kahvaltımızı hızla tamamlayıp yürüyüşe başlamamız gerekiyordu. Şaşkınlığım bu aşamada daha da derinleşmişti. Bu kadar insan bu kadar emek, malzeme, sadece bizim için miydi? Yaşamda bir çok yerde bu boyutta hizmet görürüz, yemek yediğimiz restoranlarda, konakladığımız otellerde de benzeri bir çalışma var kuşkusuz. Ancak burada bizi etkileyen harcanan emeğin tüm aşamalarının gözler önünde olmasıydı. Kentte de yemek yediğimiz restoranın mutfağını sürekli gözleyebilsek, otel odalarının hazırlanış sürecine tanık olsak benzeri duygular yaşarız diye düşünüyorum. Yürüyüş günleri boyunca her akşam büyük bir yorgunlukla tulumuma giriyordum. Yorgunluğumun kaynağı ise fiziksel olmaktan çok zihinsel ve duygusaldı. Dağcılık yaşamım boyunca hiç böylesi kalabalık bir grupla doğada bulunmamıştım, hiç kendimi böylesine “müşteri”, “turist”, hiç bu kadar ortamın dışında hissetmemiştim. Her an bu düşüncelerle boğuşurken dağlar da rahat vermiyordu. Yürüdüğümüz bölge her gün nefes kesen manzaralar çıkarıyordu önümüze. Yıllardır kitaplarda fotoğraflarını gördüğüm, öykülerini okuduğum efsaneleşmiş dağlar geçit törenindeydiler. Karakurum dağlarının ortasında, Baltoro buzulu üzerinde ilerliyorduk.Gürül gürül akan bir koca nehrin buzula dönüşüp donduğu noktadan geçmiş, 65 kilometrelik Baltoro’da zamanın göreceliğine tanık olmuştuk. Nefes kesen duvarlarıyla Trango kuleleri, dünyanın ikinci en yüksek ama en zor zirvesi K2, heybetli Broadpeak dağı ve ismini orada duyduğumuz diğer muhteşem yükseltiler karşımızdaydı.Gaşerbrum II zirvesinin anakampına ulaşmak için altı gün boyunca yürüdük. 5100 metredeki anakamp mekanına ulaştığımızda 2 Temmuzdu, Uğur’un ölüm yıldönümü.
Gaşerbrum II zirvesi 8035metrelik irtifası ile dünyanın en yüksek 13. dağı ve 8000 metre üzerindeki dağlar arasında tırmanış açısından görece az risk içeren bir yapıya sahip. Himalayalardaki ilk deneyim olarak bu dağı şeçerken bunları göz önünde tutmuştuk, öte yandan Karakurum bölgesinin Pakistan’da bulunması Türkiye’den gelen dağcılar olarak bizim için önemli kolaylıklar sağladı.Himalayalardaki bu ilk deneyimimizde dağlardan önce halkla kaynaşmıştık, taşıyıcılarımızla arkadaş olmuş,turistlikten, kardeşliğe geçivermiştik. Şimdi sıra insanı heybetiyle eziveren bu koca dağlarla tanış olmaktaydı.
Anakampa ulaştığımızda yağışlı ve kapalı bir hava vardı, bizi çevreleyen zirveleri göremiyorduk. Kendimize bir yer bulup bir mutfak çadırı, bir yemek çadırı, bizlerin, ahçıların ve görevli subayın kullandığı beş yatma çadırından oluşan kampımızı kurduk.Taşıyıcılarımız serdarları aracılığıyla ücretlerini aldılar, bahşişler dağıtıldı ve bizi bırakıp hızla aşağılara döndüler. Günler süren kalabalık yaşantının ardından kendi kendimize kalmıştık. Anakampta bizimle birlikte bir ay boyunca sadece yüzbaşı Raşit, ahçı Nisar ve ahçı yamağı Ahmedcan kalacaktı. Ancak ortalık yine de ıssız sayılmazdı, geniş bir alana yayılmış biçimde bizim dışımızda toplam 16 ekspedisyon daha anakamplarını kurmuştu. Bulunduğumuz yer Gaşerbrum II ve 8068 metre yüksekliğindeki Gaşerbrum I zirvelerinin tırmanışları için ortak kullanılan bir bölge olduğu için, her iki zirveye tırmanışa gelen ekipler aynı anakamp mekanında bulunuyorlardı. Burada artık Pakistan özellikleri gitmiş, dünyanın hemen her yanından dağcıların oluşturduğu yeni bir yerleşim kurulmuştu. Sıra sıra dizilmiş anakamplar çok uluslu bir dağcılar kentinin mahalleleri gibiydi. Bizim kendi mahallemizde geçirdiğimiz ilk günler çok kısa sürdü, bir an önce yukarıya doğru yola çıkmak, hedeflediğimiz zirveyi görmek ve işe başlamak istedik.
8000 metre üzeri bir yüksekliğe tırmanmanın bir çok güçlüğü vardır, bunlardan en önemlisi de yüksekliğe bağlı gerçekleşen hava basıncı düşüşüdür. İnsan vücudu deniz seviyesinden yükseldikçe bazı iç düzenlenmelere gereksinim duyar. Alçak irtifalarda kendiliğinden gelişen bu düzenlenme birkaç bin metreden sonra hissedilir hale gelir. Anakampta 5000 metrenin üzerinde günlerini geçirmeye başlamış insanlar olarak bizim de artık daha fazla yükselebilmek için bir uyum süreci yaşamamız gerekiyordu. Yüksekliğe uyum için yapmamız gereken günde bin metreyi aşmayacak biçimde yükselmek ve daha yükseklerde geceyi geçirmeyi hedeflemekti. Bu işin bir diğer kuralı da bu uyum tırmanışları sırasında arada dinlenmek ve eksilen malzemeyi almak için tekrar en başa, yani 5100 metreye geri dönme zorunluluğuydu. Biz bütün bu uyum sürecine bir de ekip tırmanışı boyutunu eklemiştik, yani uyum tırmanışlarından zirve hamlesine kadar tüm aşamalarda olabildiğince ekip halinde hareket edecektik. Ekip liderimiz Serhan hem dağın koşullarını hem de her birimizin öznel durumunu değerlendirip tırmanış stratejimizi oluşturuyordu. 2 Temmuz’dan 19 Temmuza kadar geçen sürede, 6500 metreye kadar yükselmiş ve bu yükseklikte tam üç gece uyumuştuk. Rota hiç de söylendiği kadar kolay gelmemişti bana; anakamptan çıkar çıkmaz başlayan ve beş altı saatlik bir yürüyüşle tamamladığımız ilk etap derin çatlaklarla dolu bir buzul labirentiydi. Bu etabın sonunda 5900 metredeki I. kamp vardı. Bu kampa iki adet çadır kurmuş ve çeşitli seferlerde neredeyse anakampa denk düşecek kadar bol yiyecek ve yakıt taşımıştık. Derin çatlaklara düşme tehlikesine karşı bu etabı hep birbirimize iplerle bağlanmış olarak geçiyorduk. İple bağlı olarak yürümek kendimi güvende hissetmemi sağlıyordu ancak öte yandan arkadan ve önden sürekli çekiştiriliyorum hissiyle huzursuzluk da yaşıyordum. I. kamptan sonrası ise bir başka sürprizdi, 6500 metredeki II. kampa tırmanış çok dik ve sert bir kar kulvarındandı ve sonrasında da pek de huzurlu olduğu söylenemeyecek yükseliş devam ediyordu. Uyum tırmanışları sırasında bu etapları birkaç kez tırmanıp indik. Kısa süre önce Baltoro buzulunda yürürken yaşadıklarımız aklımdan silinip gitmiş tırmanıştan başka şey düşünmez olmuştum. Günlük hedefe odaklanma taktiğini sürdürüyordum. Her gün sadece o günkü tırmanışı, ulaşılacak kampı düşünüp, sürekli kendimi ve vücudumdaki belirtileri yokluyordum. Kişisel olarak performansımdan pek memnun sayılmazdım, yük taşımakta zorlanıyordum ve olması gerekenden fazla yorulduğumu düşünüyordum. Öte yandan iştahım yerindeydi, hemen hiç hastalanmamıştım sadece sürekli akan bir burunla uğraşıyordum ekibin tümü gibi. Ekipteki herkesin bu tekrarlanan git gellerden artık sıkılmaya başladığını hissediyordum. Ben de giderek sabırsızlanır hale gelmiştim, sadece günlük odaklanmalar yapma işinde de çok başarılı olamıyordum. Nasıl bir şeydi şu kahrolası zirve yolu? 7000 metre üzerinde bizi neler bekliyordu?Zirveye ulaşabilecek miydik? Bunlar hep kafamın bir köşesindeydi başından beri ama ilk kez yüksek sesle dile getiriyordum artık. Bu gerginliğim günlüğüme şöyle yansımış: “Düşündüm de dönüşü çok güzel olacak çıkarsak! Benim için gerçek motivasyon bu. Belgesel falan çıkamasak da olur esas güzel olan bizim kadar gurur duyacak insanların mutluluğu. Ben en iyisi biraz daha konsantre olayım bu işe. Ama içimde sürekli bir tedirginlik var işte. Aksi gitmesini bekliyorum her an bir şeylerin. Umarım olmayacak aksilik falan şöyle harika bir dönüş yaşayacağız. Fark ettim ki tırmanışın aşamalarını kendime tanıdık hale getirmeye çalışıyorum. Şimdiye kadar I. kamp, II. kamp oturdu kafamda, zor mor ama II. kampa çıkış da tamam. Sonrasını tasarlayamıyorum, herneyse işte tırmanış aşamalarını tanıdık kılabildikçe iş kolaylaşıyor sanki. O yüzden şu 7000’leri de bir görseydik daha rahatlayacaktım…”16 Temmuz, Anakamp.
19 Temmuzda anakamptan bir kez daha ayrıldık hedefimiz en az IV. kampa kadar ulaşmaktı, yani 7400 metreye. Bu yükseklikten sonra performansımıza ve yükseklikle ilgili durumumuza göre zirveyi de deneyebilecektik ama daha güçlü olasılık bir kez daha anakampa dönerek son denemeyi daha ileri bir tarihte yapmaktı. Plan böyleydi ama hepimiz içten içe bunun artık son deneme olmasını umuyorduk. Öyle de oldu! Anakamptan üçüncü kez ayrılışımızın dördüncü gününde 22 Temmuz’da 8035 metrede Gaşerbrum II’nin zirvesindeydik!
İşler yolunda gitmişti; 19 Temmuzda I. kampa ulaşıp orda kalmış, 20 Temmuzda II. kampa, 21 Temmuzda III. Kampa ulaşmıştık. 7000 metredeki III. Kamp yerinde bizden başka birkaç ekip daha vardı, biz hafif olmak amacıyla bu kez tek çadır getirmiştik tüm ekip için. Altı kişi, çadırda dizdize oturup Serhan’ın kritik kararı vermesini bekliyorduk.
Bu etkinlikte, Himalaya tırmanışlarıyla ilgili öğrendiğimiz şeylerden biri de ekipler arasındaki iletişim ve söylenti ağlarının yarattığı gerilim olmuştu! Aynı hedefe ulaşmak için çaba gösteren yüzden fazla insan vardı orada ve herkes sürekli diğerlerinin ne yapacağı ve yaptığıyla yakından ilgiliydi! Hava durumu, rotanın durumu, emniyet için kullanılan sabit ip hatlarının durumu ve her biri hakkında sürekli değişen söylentiler, tahminler, yorumlar gerçekten kafa karıştırıcı hale geliyordu. Bizi diğer ekipler, ilk başlarda deneyimsizliğimizi vurgular şekilde,“genç Türkiye takımı” diye anarken, tırmanışlardaki performansımız ve sabit ip hatlarını hazırlamakta harcadığımız emek sayesinde “güçlü Türkiye takımı” diye çağırır olmuşlardı. Bu sıfattan gururumuz okşanmakla birlikte, önemli karar aşamalarında önümüzde bizden daha deneyimli birilerini görebilmeyi bekliyorduk açıkçası. Sonunda anladık ki etrafımızda tekil olarak gerçekten deneyimli ve güçlü dağcılar olsa da bizim dışımızda ekip olarak davranan kimse yoktu. O yüzden bize biraz gıpta biraz da hasetle yaklaşıyordu diğer dağcılar. Kararlarımızı kendimiz verecektik, ne saatlik yön değiştiren hava raporları, ne söylenti haline gelmiş rota yorumları, Serhan bizleri de gözlemiş olmanın güveniyle kararı açıkladı: “Arkadaşlar bu gece yarısı yola çıkıp, 7400 metrede IV. kampa çadırımızı bırakıp, durumumuz bugünkü gibi iyi devam ederse zirveyi deneyelim diyorum ne dersiniz?” Ne diyecektik, hepimizin artık içi içine sığmıyordu, belirsizliklerden sıkılmıştık artık daha yüksekleri de görmek istiyorduk! Ekip eksiksiz onay verdi bu karara ve 21 Temmuz’u 22 Temmuz’a bağlayan gece dolunay altında 7000 metre üzerinde ilk adımlarımızı atmaya başladık. Bu yükseklikte insan vücudunun fazla mesaiye geçtiğini hatırlatmak gerekir. Atılan her adımda alt üst olan metabolizma, bir yandan azalan oksijen oranını dengelemek için daha fazla alyuvar üretmeye çabalarken diğer yandan fiziksel ve zihinsel gidişatı da sürekli kılabilmeye uğraşır. İçerideki bu fazla mesai dışarıdan bakıldığında yarı zamanlı çalışan vücuda dönüşür. Hareketler yavaşlar, algı zayıflayabilir hatta halusinasyonlara varan kopuşlar yaşanabilir. Biz ekip olarak bu aşamaları oldukça hafif atlattık. Yavaş ama tempolu biçimde yükselmeyi başardık, hem de iple birbirimize bağlı olduğumuzdan ortak belirlenen bir hızda.7400 metredeki kamp yerine ulaştığımızda gün ağarmıştı, III. Kamptan toplayıp getirdiğimiz tek çadırımızı kuracak yer aramaya koyulduk önce. IV. Kamp mekanı önceki yıllardan kalmış malzemelerin oluşturduğu bir mezarlığa dönüşmüştü. Karlar altında kalmış parçalanmış çadırlar, oksijen tüpleri, ocak parçaları hatta tencere tavalar! Olmamamız gereken bir yerde miydik? Terk edilmiş kamp yerinin görüntüsünün caydırıcılığına inat, ekibin durumu bir o kadar devam etmeğe ikna ediciydi! Çadırı kurup, bir iki saat dinlendik, tırmanış için su erittik ve yolumuza devam ettik. Çadırdan ayrılırken Serhan bir konuşma daha yaptı bizlerle: “ Bu yükseklikten sonra herkes kendi temposunda ilerleyecek, kimse kimseyi beklemeyecek, sadece yapabiliyorsak zirvede bir araya gelelim ve inişte birbirimizi görerek inmeye çalışalım.” Bu biraz tedirgin edici bir şeydi benim için, bu aşamaya kadar hep bir aradaydık, bundan sonra kendi başıma kaldığımda aynı performansı gösterebilecek miydim? Öte yandan doğru olanın bu olduğunu biliyordum, artık 8000 metreye yaklaşıyorduk her birimizin kendi vücudunun sesini dinlemesi gerekirdi. IV. Kamptan ayrıldığımız ilk dakikalarda ister istemez peş peşe yürümeye devam ettik, nasıl olsa birazdan aralar açılır, bari birbirimizi görerek gidebilsek diye düşündüm. Saatler geçti, uzun bir kar kulvarından yan geçtik, sırta doğru ilerledik, sert kar yamacından yükseldik 7700 metreye ulaşmıştık ve hala peş peşe ilerliyorduk! Her birimiz kendi temposundaydı ve ekip kopmuyordu işte! O zaman kendi kendime bu iş oluyor galiba diye düşündüm, 8000 üzerine ulaşacağız. Son üç yüz metrede iyice yavaşlamıştık, bizimle benzer tırmanış stratejisini izlemiş biri Norveçli diğeri İsveçli iki dağcı zirveye ulaşmış aşağı iniyorlardı, üstelik kayakla! Onlarla yolda buluştuk, biz onları tebrik ettik onlar bize kolaylık dilediler. Gerçekten de kolaylıkla devam ettik ve ardı ardına zirveye ulaştık, altımız birden, takım olarak.
Gaşerbrum II dağının zirvesi beklediğimizden daha değişik bir yerdi; bir kere altımızın yan yana ayakta durabileceği bir düzlük yoktu! Zirve ince uzun bir kar kornişinden oluşuyordu. Her an kırılıp kopabilecek sadece bir noktasında küçük bir kaya bloğuna tutunan, kardan bir kılçık. Elimizden geldiğince yanaştık birbirimize, muhteşem manzaraya baktık. İşte K2 göz kırpıyordu bize “Bir daha ki sefer bize de bekleriz” der gibi! Bir kaç fotoğraf çektik ve oyalanmadan inişe başladık. Yarım saat kalmışız zirvede, aslında uzun bile sayılır.
Anakampa geri dönmemiz iki gün aldı, uyum tırmanışları süresince yukarı çıkardığımız toplam beş çadırı, teknik malzemeyi ve yakıt tüplerini toparlayıp indirdik. Çatlaklarla dolu buzul labirentini son defa geçtik, en azından bu yıl bir daha geri gelmeyi düşünmüyorduk! Anakampa ulaşmadan daha buzulun üzerinde, dostlarımızı gördük. Yüzbaşı Raşit, ahçı Nisar, yamak Ahmadcan ve diğer Pakistanlı dostlar buzula Türk ve Pakistan bayraklarını dikmişler bizi bekliyorlardı. Dostlar ekip üyelerini teker teker kucaklayıp, boyunlarına renkli kağıtlar ve rupilerle süslenmiş kolyeler takarken ben de gözlerimde yaşlar çekim yapmaya çalışıyordum. Çadırlarımıza ulaşıp sırtımızdaki yükleri indirdiğimizde bu kez kutlama yapma sırası bize gelmişti, birbirimizi gözyaşları içinde kucaklayıp kutladık. Bizim için zirve orada, anakampa sağlam ve ekip olarak döndüğümüzde tamamlanmıştı.
Gaşerbrum II dağının zirvesine ulaşmıştık ama Karakurum’daki işimiz henüz bitmemişti. Bir iki gün dinlenip yine yola koyulduk, bu kez yarım kalmış bir işi tamamlamaya K2 anakampına gidiyorduk. İki günlük bir yürüyüşle komşu zirve K2’nin anakampına ulaştık. Dağın eteğinde dik bir kayalığın tepesindeki “Gilkey Memorial”a, yaşamını kaybeden dağcılar için oluşturulmuş anıta gelmiştik. Diğer dağcıların anılarının arasına, dostumuz Uğur Uluocak için hazırladığımız plaketi ve onun için değerli olduğunu bildiğimiz bir armağanı yerleştirdik. K2 Uğur’un en çok emek verdiği zirvelerden biriydi, bundan böyle de “Uğursuz” kalsın istemedik.
Tırmanışımız dönüşte farklı biçimlerde karşılandı. Gaşerbrum II dağına tırmanmayı bu yıl yüzü aşkın dağcı denemiş, 13 kişi zirveye ulaşmıştı. Bu 13 kişinin 6’sı bizdik! Dönüş yolunda bir kez daha karşılaştığımız taşıyıcı dostlarımız büyük coşkuyla kucaklayıp kutladılar bizi. Büyükelçimiz Kemal Gür ve eşi Rezzan Hanım sefarethanelerinde misafir ettiler, heyecanımızı paylaşıp gerçekten çok içten kutladılar başarımızı. Pakistan basını büyük ilgi gösterdi. Türkiye’deki dağcılık federasyonuna denk düşen “Pakistan Alpin Klüp” çok ender yapılan bir uygulama olarak her birimize birer sertifika hazırladı. Ayrıca, Alpin Klüp yöneticileri Elif’le beni Pakistan Himalayalalarında 8000 metrelik zirveye tırmanan ilk Müslüman ülke vatandaşı kadın sporcular olarak “ulusal ödül”e aday gösterdiler! Diğer ülkelerden ekiplere gelince, tırmanış hikayemizi ayrıntısıyla öğrenmek isteyip sonrasında bizleri kutlarken şöyle söylediler: “Tebrikler, şanslıymışsınız”.
Düşünüyorum da altımızı birden peş peşe zirveye ulaştıran şey gerçekten şans mıydı, yoksa aynı hedefe odaklanmış ortak çalışmanın başarısı mı?..



Devamı...

7 Eylül 2009 Pazartesi

DAVAY TAVARİŞ!

2003 yılında Han Tengri dağına bu kez kuzey tarafından bir kez daha gittik, benim için üç etti...
Tırmanışı Atlas dergisine şöyle yazmıştım:


“DAVAY TAVARİŞ!”*
Dağlarda Ortaklığın Öyküsü

Dağcıların, dağlara şehir yaşamından uzaklaşıp, kendi kendilerine kalmak için gittikleri kanısı yaygındır. Bu yüzden de onlardan, mistik anlamlar yüklenmiş, doğu felsefelerinin kavramlarıyla süslenmiş ruhsal gezinti hikayeleri beklenir. Ben böylesi bir hikaye anlatmayacağım...


Benim anlatacağım hikaye, dağların başka yüzüdür. İnsanla varolan, daha doğrusu insan gruplarıyla varolan yüzüdür. Dağcılık, belki en karmaşık ortak çalışma örneklerinin yaşandığı etkinliklerden biridir. En derin insan ilişkilerinin kurulduğu, en kalıcı aidiyetlerin oluştuğu, sürekli yoldaşlıkların, ortaklıkların kurulduğu yaşam kesitlerindendir.
Dağlarda kolektif varolma, dağcının insana ait değerleri sonuna kadar hissedebildiği ama aynı zamanda insani zaafları ve zayıflıkları da tecrübe ettiği biçimdir. İşte bu yüzden dağlar, hayatın anlamını ruhani süreçlerle değil düpedüz insana dair toplumsal süreçlerle karşımıza çıkarır. Susamak kadar, yorulmak, tükenmek kadar, korkmak kadar, hırs duymak, kıskanmak, öfkelenmek, sevmek, güvenmek kadar somut, o kadar toplumsallaşmış insana dair...
Etkinliğimiz, dağların bu yüzünün hikayesi. Dağların takım ruhuyla aydınlanan yüzünün hikayesidir. Takımımız, Kazakistan’dan Khan Tengri festivali ve kurtarma takımları toplantısı için davet aldığında, herbirimizin önce içi titredi. Yıllardır sürdürdüğümüz yüksek irtifa tırmanışları içerisinde, bizleri en çok etkilemiş olan bölgeydi Tien Shan. Öylesine bir bölge ki bizden hem gönlümüzü hem de dostlarımızı aldı. Günler süren telaşlı şehir hazırlıklarını tamamlayıp, İstanbul’dan Kazakistan Havayollarıyla havalandık.

Kutsal Dağların Çatısı, Ruhların Hanı; “Kan dağı”
Tien Şan, yani Kutsal Dağlar, Özbekistan’dan Moğolistan’a dek uzanan bir coğrafyada, 800km genişliğinde, 2800km. uzunluğunda bir alana yayılmış dağ kütlesi. Hint yarımadasının, Avrasya kıtasıyla buluştuğu nokta olması dolayısıyla da sürekli sıkışmadan kaynaklanan yükselme eğiliminde olduğu düşünülmekte. Kazak ve Kırgız göçerlerinin toprakları olan dağların büyük bir kısmı da Çin sınırları içerisinde kalıyor. Bu çok kültürlü coğrafyada dağların adı, ruhların dağları anlamına gelen Kazakça,“Tengri Tag”dan, kutsal dağlar anlamındaki Çince, “Tien Şan”a dönüşmüş. Bu bölgeye Batı’dan ilk keşif, 19. Yüzyılda, aynı zamanda çok yönlü bir bilim adamı da olan subay Piotr Semioniov tarafından yapılmış. 20 yüzyılın başlarında da İtalyan prens Cesare Borghese ekibiyle birlikte bölgenin sınırsız gözüken buzulundan hareket ederek en yüksek nokta olduğunu düşündükleri büyüleyici piramidin doruğunu hedeflemiş. Piramidin tepesini fethedecek kişi ise onlarca yıl sonra, 1931’de Ukraynalı dağcı M. Pogrebetskiy olmuş. Kutsal dağların orta bölgesinde göğe yükselen, sarp duvarlarına yansıyan güneş oyunlarıyla zaman zaman kızıla bürünen bu doruğa, ruhların hanı anlamına gelen Khan Tengri denmekte. Kutsal dağlar bölgesinin, Tien Şan’ın ortasındaki piramid, bölgenin çatısı kabul edilmiş. Bu çatının Kırgızca bir adı daha var; Khan –Tau, yani Kan Dağı...
Gerçekte, 6000 metre civarı irtifalı 30 dan fazla doruğa sahip Tien Şan bölgesinin en yüksek noktası 7010 metrelik Khan Tengri doruğu değil. Eşsiz piramidin büyüleyici görüntüsü, görece daha kuytu bir köşede duran, uzun ve geniş zirve sırtıyla gösterişsiz görünüme sahip Pobeda doruğunu uzun yıllar gölgede bırakmış. 7439 metrelik Pobeda, yani Zafer doruğu ancak 1943’de coğrafik anlamda keşfedilmiş ve ilk tırmanış 1956’da gerçekleşmiş. Tien Şan’ın en yüksek doruğuna Kızıl Ordunun Naziler karşısındaki zaferine atfen Pobeda ismi verilmiş. Pobeda ve Khan Tengri dünyanın en kuzey noktada bulunan 7000metrelik dorukları.

Takımı topluyoruz!
Yüksek irtifa tırmanışının keyfini tatmış hemen her dağcı için heyecan verici bir doruk olan Khan Tengri için bu yıl ikincisi düzenlenen festivaller organize edilmekte. Dağcılık açısından olduğu kadar turizm açısından da önem taşıyan Tien Shan dağlarını Kazak hükümeti bu yolla dünya pazarına tanıtmayı hedefliyor. Bu hedeften ne derece haberdar oldukları tartışılır olmakla birlikte bu festivaller eski sovyet dağcılar açısından da büyük önem taşıyor. Bölgede ilk başarılı tırmanışların yapıldığı 1930’lu yıllardan, Sovyetler Birliğinin çözülüşüne kadar geçen yıllarda aynı takımlarda tırmanışlar yapan dağcılar bugün farklı bayraklar altında ama yine ille de takımlar halinde festivale katılıyorlar. Bu yıl düzenlenen festival aynı zamanda kurtarma takımları buluşması olarak da düzenlenmişti. Onlarca takım arasında sadece Türkiye’den gelen bizler ve İzlanda’lı dağcılar, ortak dil Ruşçayı konuşamıyorduk. Bu kez giysileri farklı renklerde de olsa takım toplanmış idi...
Rastlantı ile açıklanamayacak nedenlere bağlı olarak, katılan kurtarma takımları aynı zamanda da ülkelerinin en iyi dağcılarından oluşmakta. Bu durumun bir açıklaması, hem dağda kurtarma işinin hem de tırmanışçılığın benzeri takım çalışmasıyla yapılıyor oluşu. Öte yandan yine her iki etkinlik benzeri fiziksel performans ve deneyim gerektiriyor. Böyle olunca da iyi yüksek irtifa tırmanışçıları aynı zamanda güçlü kurtarma takımı elemanları oluyorlar.
Festivalin yaylada düzenlenen gösterişli ve şenlikli açılışının ardından, 4200metrelik buzul üstündeki ana kampta günlerce sürecek olan mütevazi ve çileli kısmı başlamış oldu.

Hem tekbaşına hem hepberaber, Hem kendimiz hem hepimiz!
Helikopterin gürültücü kütlesinin ufukta kaybolduğu andan itibaren kendine özgü sessizliğine bürünen “Engilçek” (küçük prens) buzulunun kuzey kolunun üzerindeki anakamp bizleri telaşsız karşıladı. Takımların çeşitli köşelere yayılmış kamp çadırları, mavi hüzünlü bir tünel biçimindeki ortak yemek çadırı, daracık mekanına ve kısıtlı malzemeye aldırış etmeden onlarca kişilik yemeklerin mucizevi bir şekilde pişiriliverdiği mutfak çadırı, hepsi sanki bir bekleyişin içindeydi.
Festivalin tantanalı açılışından geriye hemen hiçbirşey kalmamış, Khan Tengri anakampı yüksek irtifa tırmanışlarına ev sahipliği yapan benzerleri gibi bir mekan oluşturmuştu. Anakamplar, tırmanıcıların hem dinlendikleri hem de tırmanışın en gergin kısmını, hazırlık aşamasını yaşadıkları yerlerdir. Yüksek irtifa tırmanışlarında, eğer takımlar söz konusu ise, hazırlıklar ve planlar tırmanışın en önemli kısmını oluşturur. Liderin hem kendi takımını, hem rotanın durumunu hem de diğer takımların planlarını bir arada değerlendirerek karar vermesi gerekir. İlk aşamada, plan tartışılır, rota bilgileri paylaşılır, ekipler kendi hazırlıklarını tamamlarlar.
Bu yıl da böyle oldu, dağın kuzey yüzünde toplam iki rotada tırmanışlar planlanmıştı. İlk tırmanışı 1964’de B. Romanov ve K. Kuzmin tarafından gerçekleştirildiğinden “Kuzmin Rotası” olarak da anılan kuzey sırt rotası ile, kuzey tarafının klasik rotası kabul edilen Batı sırt rotası. Her iki rota da dağcılık tekniklerinin hemen hepsinin uygulandığı, üstelik yüksekliğin etkileriyle birleştiği tırmanışlar gerektiriyordu. Bir yanda kendinizle boğuştuğunuz, yorucu, gergin, soğuk ve sessiz tırmanış anları, öte yanda çadırınızın sıcaklığında güneş yanığı yüzleriyle, göremediğiniz ama sabit hattı kıpırdatan varlıklarıyla yanınızda hissettiğiniz, takım arkadaşlarınızla paylaştıklarınız. Takımlar arası küçük çekişmeler, sorunsuz anlaşmazlıklar, tatlı rekabet...
Bazı günler, Khan Tengri’nin insanı küçücük bırakıveren kuzey duvarı manzarasının gölgesinde, bazı günler koca piramidin üzerinde biryerlerde noktalar olarak varolduk. Dağın bu yüzündeki rotaların büyük bölümü sabit hatlarla döşeli. Yüksekliğe uyum için yapılan tırmanışlarda kullanılan kamp yerleri dışında hemen hiç düzlüğe sahip olmayan batı sırtında toplam dokuz günlük uğraş vermiş olduk. Uyum tırmanışından sonra anakampta, diğer takımlarla deneyimlerin paylaşıldığı sohbetler, zirve tırmanışının gergin bekleyişi arasında çadırlardan yükseliveren kahkahaların huzur verici sesleri, buzulun beyazında eridi. Takımımız, sonunda hem her bir elemanı tek başına çaba gösteren ama hem de birlikteliğimizden güç alan bir ekip olarak Kan Dağının doruğuna klasik rotadan ulaştı. Anakamptaki diğer takımlar bizim kadar şanslı değildi. Kuzmin rotasını hedefleyerek, gerçekten zorlu bir tırmanışa girişmiş Rus ve Gürcü takımları zirveye ulaşmayı başaramadı örneğin. Ancak bizlerin tırmanışını en az bizim kadar içten coşkuyla karşıladılar. Festivalin organizasyon sorumluluğunu da üstlenmiş olduklarından katılan herkesin iki katı yorulan Kırgız ve Kazak takımlarından yalnızca Kırgızlar zirve yapabildi, ama onlar da harcadıkları emeğin tatminiyle gururluydular. Etkinliğin son günlerinde Festival kapsamında organizasyona eklenen tırmanış yarışmasını takımlar heyecanla takip etti. Gün içinde sürekli değişerek süprizler hazırlayan kuzey Engilçek buzulunun havası, kampın eğlence planlarını bozamadı. Rusça sözlerini takip edememize rağmen akerdiyonun tanıdık melodilerine eşlik ettiğimiz neşeli şarkılar votkanın yakıcı keyfiyle de birleşince hele, yanık yüzlere çarpan kar tanecikleri anında eriyiverdi...
Sonra bir gün, anakampın sessizliğini yine gürültücü helikopter bozdu, bizleri aldı beyazdan yeşile götürdü, arkamızda kan kızılı Khan Tengri kaldı. Dasvidanya¨ Khan Tau belki bir gün yine...
* Haydi yoldaş!
¨ Görüşmek üzere

Devamı...

4 Eylül 2009 Cuma

YÜKSEK!

BİZ GEÇENLERDE TİEN SHAN’DAYDIK
II.BÖLÜM

I.Bölümün özeti: Hatırlarsanız, günler süren hazırlık sonucu Tien Shan’a ulaşmıştık. Ekibimiz 13 kişiydi. İnilçek buzulunda anakampı kurup, sürekli ama yavaş yükselme taktiğiyle tırmanışa başlamıştık. Rotaya ilk giren ekip bizdik ve kendimizi mayın tarlasında ilerleyen eşşek gibi hissetmemiz için her türlü neden vardı! Zira birinci bölümün sonunda ikinci kampta çadırların üzerindeki çığ kalıntılarını temizlerken bırakmıştınız ekibi!
17 Temmuz sabahı, meşhur çığımızı kafamıza yemiş halde çadırlarımızı toplama hazırlıklarına giriştiğimizde, anakamptan ayrılalı beş gün olmuştu. Havanın iyi oluşundan yararlanarak kar mağaralarına kadar yükselmeyi planlıyorduk. Bir önceki gün rota açmak için yukarı beş kişi cıkıp gelmişti, yani izimiz hazırdı. Saat 7:00 de tırmanmaya başladık. Henüz yeni açılan rotanın hala çatlak tehlikesi taşıması yüzünden yine ipe girmiştik ekipler halinde. Bu kez tüm “garıları” aynı ipe bağlamışlardı! Yüksekteki kadınlar olarak uslu uslu dizilip yürümeye başladık. Yüklerimiz hala çok ağırdı, yüksekliğin etkisi ve uyum gereksinimi de eklenince oldukça ağır bir tempoyla ilerliyorduk.
Khan Tengri güney batı sırtından yükselinen rotada, Khan Tengriyi Çapaev
zirvesiyle birleştiren sırtın hemen altında 5800m civarında, kar mağaraları bulunur (ya da bulunurdu!). Her yıl girişleri kapansa da büyüklükleri ve sağlam kar yapıları sayesinde yeniden kullanılabilen, çığ açısından çok güvenli, tipi rüzgar vb.den korunaklı, geniş, huzurlu ve keyifli mekanlardır. Tabii yerlerini bulabilen şanslı ekipler için! Biz ise daha önce de yazdığım gibi, bu yıl Khan Tengrinin kendine kurban seçtiği bir ekiptik ve oyunu onun kuralları ile oynamaya mahkumduk!
5700m. yüksekliğe ulaştığımızda önümüzde pürüssüz bir sırt yapısı uzanmaktaydı. Serhan daha önceki tırmanışlarından hatırladığı nirengilerle olası mağara yerlerinde arama yapmaya başlamıştı ancak sonuç elde edemiyorduk. Çalıştığımız eğim oldukça dikti, mağara için kazarken izden ilerleyen arkadaşınızı kara gömme olasılığınız vardı, biz de bu olasılıkları hiç kaçırmıyorduk elbette! 5800metrede yükseklik artık belirtilerini göstermeye başlıyordu, üstelik ağır çantalardan ve iz açmaktan çok da yorgunduk. Ama en güzeli mağaraları bulamıyorduk! Aziz telsizle anakampa ulaşıyor Işıl’dan oradaki rehberlere danışmasını istiyordu. Ancak bizim kampın rehberleri hem çok suratsız, hem İngilizce bilmez hem de azıcık kıl olunca sadece “mağara orada sırtın altındadır” gibi son derece aydınlatıcı yanıtlar alıyorduk. Tek gösterge tam sırt üzerinde belli belirsiz seçebildiğimiz işaret direği idi, onun hizasında kazmaya çalışıyorduk, mağara girişi ya da çatlak hattı olabilecek bir yapı üzerinde idik, kazılarımız ve aramamız arada sonuc veriyordu, örneğin Çağatay ve Serkan çalışmaları sonucu geçen sezonun malı bir insan pisliğine ulaşmayı başardılar! Bu heyecanla bir süre o civarda çalıştık ancak hela mekanıyla mağaranın aynı yer olamıyacağına bir süre sonra ikna olduk. Ekibin yorgunluk ve yukseklikten hafif sapıtma durumu ile saatin ilerlemesi birleşince, biraz alçalıp olabilecek en güvenli platoda çadır kurmaya karar verdik. Kafamızda Serhan’ın 1993’te oradan ceset indirmiş olduğu gerçeği dolansa da, yorgunluğun insana dayattığı o müthiş olumluluk hali hepimizi sarmıştı. “Yok canım buraya tabaka inmez, inse de şu çıkıntı tutar bize ulaşamaz, zaten bir gece kalıp gidicez!” Günahımızı almayayım, çadır yerlerimiz güvenliydi gerçekte de, ancak halimiz çok güvenli değildi! Tekrar yağış başlamıştı, acele etmek gerekiyordu çadır yerleri hazırlanıyordu ki Bora’yla ben ABD’li kardeş klübün Elif ve Bora’ya verdiği çadırın bir direğini yamaç aşağı sallayıverdik! Olayı çok net hatırlamadığımdan fakat tek suçlunun kendim olduğuna inanmak istemediğimden Bora’yı da kattım işin içine artık olsun o kadar! Bu vesile ile yeni dağcılara önemli not: çadır direklerini kar üzerinde kendi başına bırakmayın, saplayın. En güngörmüş, “batılıları” bile her zaman kaçma eğilimi taşırlar! Bizimki de kaçtı biz de on bir kafa ve iki çadırla kaldık ortada! Çare bulundu tabi eninde sonunda, Bora ve Seyhan gençlerin çadırına (Çağatay, Hakan ve Serkan’ın) Aziz ve Serhan da “destuur erkek var!” diyerek garılar çadırına dağıldılar zaten ancak iki çadır yeri hazırlayabilmiştik iyi de oldu valla!

Mağara Devri
Bu arada günlerden beri ilk kez bir diğer ekip ile karşılaştık, arkamızdan geldiler, yakınımıza çadır kurdular ve ertesi gün inip gittiler. Bizim strateji hem bizim için hem de diğer Tien Shan tırmanıcıları için farklı ve yeniydi, dağda altıncı günümüzdü ve daha da inmeye niyetimiz yoktu! Hele şu kahrolası mağarayı bulmadan asla! Sonraki sabah sırttaki direğe ulaşma hedefiyle keşife giriştik yeniden.Sırta çıkışın son etabı oldukça dikti, geçtiğimiz yıllarda sabit hatlarla tırmanılan yeri şimdi kendimiz tırmanmalıydık, önce Serhan’la ben sonrasında Bora’yla Serhan ilerleyerek sırta ulaşıldı, bir süre sonra mutlu haberi verdiler telsizle, direğin hemen altında iki oda bir salon mağara bulmuşlar, üstelik direk de sabit hattın işareti imiş! Nasıl sevindik nasıl sevindik! Oysa bir bilge olsaydı yanımızda ve deseydi ki “Ey şaşkınlar siz THY indirimi aldığınızda da böyle sevinmiş sonra indirimi aynen fazla bagajla geri ödememiş miydiniz, oh ne güzel çadır yeri bulduk deyip iki gün karda mahsur kalıp tepenize çığ yememiş miydiniz, mağara bulduk diye sevinip helaya girmemiş miydiniz, ne güzel amerikalılar çadır yollamış diye kurulup sonra direkleri uçurmamış mıydınız? Hala şanslı olabileceğinizi nasıl düşünebiliyorsunuz a benim zavallı ekibim!”
Çadırları toplayıp, sabit hattı jumarlayıp 5900metredeki meşhur mağaraya attık kendimizi. Öncelikle mağara pek o kadar iki oda bir salon değildi de iki yatak bir dolap büyüklüğündeydi daha çok. Tavan çok alçak olduğundan nefeslerimizin buharı bile tavanı eritmeye yetiyordu. Ama olsun biz mağaraya girdiğimizde dışarıda tipi başlamıştı ve en kötü mağara bile tipideki çadırdan iyiydi! Bu düşüncemiz çok kısa sürede değişti maalesef. Tavandan damlayan sular sağnak halini almıştı, üç benzin ocağımız da kötü benzinden tıkanmıştı, birbirimizi çaktırmadan dirsekleyerek en sıkışık halimizle oturup kalmıştık mağaranın içinde. (Yeni dağcılara notlar II: yüksek irtifada çadır yaşamı en az tırmanış kadar teknik ve moral ister, ama ıslak, ocaksız ve sıkışık bir kar mağarası ortamı tırmanıştan çok daha ileri düzey sabır, düzen ve teknik ister, en kötüsü de bunun antrenmanı olmaz.) Ancak bir tanesinden verim alabildiğimiz ocakla onbir kişilik su eriterek ve mağara yağışı altında uyumaya çalıştık o gece. Otururken belli belirsiz dirsekleşmeler yatınca açıkça tekmeleşmeye dönüşmüştü! Herkes ümitsizce kafasına yada poposuna yer açma savaşındaydı. Tahmin edileceği gibi büyük olan kazanıyordu! Örneğin Çağatay beni minder dışına atmayı başararak galip geldi, kafaya tekme ile faul yaptığını iddia edeceğim hakemler de yoktu. Bu sırada Meltem nasılsa kazandığı sırtüstü yatabilme pozisyonunun bedelini suratına sürekli damlayan su ile ödemekteydi! Ertesi gün bu ilk raundda Khan Tengri’ye yenildiğimizi kabul ettik artık. Yüksekliğe uyum ve performans açısından ekip eksiksiz iyi durumdaydı, ancak ocaklarımız çalışmıyordu ve mağara bizi ruhen yormuştu! Öğleden sonra aldığımız ana kampa dönme kararından sonra yanımızdaki fazla yiyeceği mağaranın yakınına bir yere gömdük. Biz mağarayı terk ederken bir başka ekip geldi mağaraya. Biz çıktık onlar girdi , sabit hattan inerken de onlar yukarıda kazma kürek sallamaya başlamışlardı bile. İniş hattının buzlu ve dik yapısından bahsetmiştim bir de üzerine tipi gelince yukarıdan inen herşey taş etkisi yaratmaktaydı. Bizim inişimiz tamamlanmadan işe başladıkları için ortalık biraz karıştı. Önce ben ipteyken suratımın ortasına bir osmanlı tokatı lezzetinde buz parçası yedim, daha sonra Meltem kolundan isabet aldı. Yukarıdakiler, ortak bir dile sahip olmasak da bağırışlarımızdan iyi dileklerimizi anladılar sanırım!
Ara konaklama olarak bu kez 5300 metrede gerçek ikinci kampta kaldık. İki çadırımızı kurduk yerleştik ancak artık biz tedbirli ve kuşkucu bir ekip olmuştuk! Yakınımızda bir kaç ekip daha vardı ve onlar çadırlarında rahatlardı ama farkımız bizim bir haftadır dağda badireler atlatıp durmuş oluşumuzdu. Serhan kamp yerinin hemen yanındaki mağarayı keşfetti, kazıcı ekip içeri girip ortalığı genişletti ve gece için yerimiz hazırlandı! Hepimize şaka gibi geliyordu, bir gece daha mağarada!!! Serhan kararlıydı kimseyi zorlayamam elbette dedi ama günlerdir yağış var ve hava hep çok yumuşak, mağaranın güvenliği, biraz mutsuzluğa değmez mi? Değdi nitekim, bu mağara yukarıdaki gibi olmadı, tavan akmadı kimse kimseyi tepmedi bir güzel uyuduk.

Dağdan indim kampıma, fakat siz de kimsiniz?
Ertesi sabah saat yedide inişe başladık. Çadırımızın birini ve bir takım malzemeyi de bu kampta bıraktık. Smirnovskiden iniş yine gergindi, üstelik son bir haftada ne çok yağış olduğunu kendi gözlerimizle görmüştük. Rota açıktı başka ekiplerin de ayak izleri vardı artık ortalarda. Hatta bizim daha önce açtığımız rotaya sabit hat bile konmuştu. Biz yukarılardayken neler olmuş demek ki diye söylenip inişimize devam ettik. Yine ipteydik, bu kez daha kalabalık iki ekip halinde ilerliyorduk. Çatlaklar ilk geçişimizden beri başka ekiplerin de izleriyle daha belirginleşmişti. Çoğunda adımlar kısa gelmeye başlamıştı bile (bu ayrıntıyı ancak ben ve benim gibi boylu arkadaslarım yani garılar çok iyi anladık!). Serhan önden gidiyor, hızlı olalım diye bize bağırıyordu. Hadi arkadaslar burayı hızlı geçelim ve hoop ilk adımında beline kadar gömülüyor! Bu sahne bir iki kez tekrarlandı ilk adam olarak Serhan’ı arasıra çatlak ağızlarından toparladık. Bu durumun endişe edilecek birşey olmadığını biliyorduk, ne de olsa ipteydik, ne de olsa büyük çatlakların ağzı açıktı yanlışlıkla düşme olasılığı yoktu. Böylece Serhan’ı bir beline, bir göğsüne kadar göme çıkara inişe devam ettik!
Öğlen vakti anakampa varmıştık. Fakat o da neydi, biz bıraktığımızda tek tük çadırların bulunduğu sessiz sakin anakamp mekanı panayır yerine dönmüştü. Bir sürü yeni ekip bir sürü yeni anakamp, rehberler, görevliler herşey değişmişti. Yıllar sonra köyüne inen eşkıya misali tutucu ve ürkek gözlerle bakınıyorduk etrafa. “Yaa bu adam neden benim kazdığım tuvalete giriyor. Işıl neden şu adamla konuşuyor. Bu karşımdaki neden bana sırıtıyor?” gibi hislerle kamp meydanında kalmıştık. Oysa herkes bizi tanıyordu sekiz gündür dağda olan, rotayı açan, mağarayı bulan “Turkish Team”. (yüksekteki kadınlar isim tamlamasını yabancılara öğretmek zor oluyor da ondan türkiş yani!) Tanıtımımızda kampta kalan Işıl ve Nevzat’ın çabalarından da bahsetmeden geçemem. Işıl kamp müdürlüğünü fena kapmış, ekibin banyo suyundan yemek masasının mayonezine herşeyi anında hazır edebiliyordu. Mutfak çalışanları ile ilişkileri Nevzat yürütüyordu. Artık dünyalar güzeli bir ahçımız vardı, yemekler harikaydı. Kampa gelir gelmez ılık kompostoyla karşıladılar bizi. Günler sonra yiyeceğimiz ilk “normal” yemek için yemek çadırımıza doluştuğumuzda halimiz filmlikti (zira filmi çekildi, yakında sinemalarda!). Hepimizin suratları soğuk yanıklarıyla yamalı, dudaklarımız rüzgar ve güneşten patlamış, saçlarımız kafamıza yapışmış, tırnaklarımız ocak isiyle kapkara, masanın etrafında oturuyorduk. Kendimizi hiç de dikey limit artizleri gibi hissedemiyorduk nedense!
Yüksek irtifa anakampları için yapılan bir benzetme vardır; uyum tırmanışından döndüğünüz gün haftanın cumasıdır, cumartesi dinlenme gününüzdür, tekrar tırmanış için hazırlandığınız gün ise tam bir pazar akşamı okul öncesi son saatler sendromu! Bu benzetmenin gerçeği yansıtmadığını iddia edebilene rastlamadım. Bizim için de benzer oldu, anakampa döndükten sonraki gün dinlenme, temizlik, çamaşır yıkama ve oyunlar ile geçti. Ocak ve yakıt işini artık şansa bırakamazdık, onun için işe koyulduk ocaklar temizlendi, karşı yakadaki (inilçek buzulunun dağ yamaçlarına yakın karşılıklı iki ayrı anakamp mekanı var. Biri kırgız diğeri kazak kampı olarak anılır. Bizim kampımız kazak tarafındaydı) “daha zengin” anakamptan tüp alındı. Şans eseri gerçekten takvimde de pazar gününe denk düşen bir sonraki gün gece ilk kampa doğrudan çıkış için hazırlanmaya başladık. Midenizin hizasında bir yerlerde bir boşluk hissiyle dolaşırsınız ya sınav önceleri öyle bir halde son oyunlarımızı oynadık bütün gün. Ama gece yağış sürdü, hava fena kapadı vee ders booş sınav iptal! Bir yandan da yitirdiğimiz günler yüzünden huzursuzlanıyorduk elbette, ne de olsa Khan Tengri’den sonra Pobeda sıradaydı daha, tırmanışı etkilememesi için henüz planlamaya başlamamıştık ama işte orada kampımızın sırtında kocaman duruyordu “zafer” zirvesi.

Gel Gitler
Ertesi günü de dinlenme ve çeşitli oyunlarla geçirdikten sonra bu kez bir salı sabahı saat 03:00’de ana kamptan doğrudan ikinci kampa doru yola çıktık. Hava kapalı ve sinir bozucuydu, birinci kamp hizasından yükselmeye başladığımızda bu sinir bozucu durum nedenini gösterdi. Smirnovski üzerinde bizim önümüzde bir iki ekip daha ilerliyordu, henüz aydınlanmış havada hayal meyal seçiyorduk onları. Birden hepimizin hayatlarımızda duyduğumuz ender ürkünçlükte bir sesle irkildik. Çapaev yamaçlarından tonlarca ağırlığında seraklar patlamıştı ve koskocaman bir vadi sayılacak smirnovskiyi büyük bir hızla bir uçtan diğerine bir bulut kaplıyordu. Hiç ses çıkaramadan olduğumuz yere saplanmış kalakaldık. Önümüzde ilerleyen ekipler de bulutun içine gömülmüştü. Hayatımda ilk kez birilerinin ölümünü izliyor olduğum dehşetiyle korkunç dakikalar yaşadım orada. Neyseki ekipler sadece çığın dumanına yakalanmıştı ve bir süre sonra tekrar görünür oldular. Bu kanlarımızı donduran çığ bir de hafiften hızını artıran kar yağışıyla birleşince ekipte bir değerlendirme yapmaya karar verildi. Bir kez daha, tamam mı devam mı? Yüksek irtifada ekip tırmanışı yapmanın kritik noktalarından birine daha gelmiştik; bir ekibin risk alma sınırı nasıl belirlenir? Kişisel çekinceler ekip içerisinde ne ölçüde gündeme gelmelidir? Tırmanış planlarında ekibin tümü açısından ne oranda esneme olmalıdır. Bunların hiçbiri kesin yanıtlarını bulduğumuz sorular değil henüz ancak her deneyim bize bir şey öğretiyor. O günkü deneyim de bu soruları sormayı öğretti bize. Anakampa geri döndük. Bu kez yüzlerimiz asık, herbirimiz yay gibi gergin, anlayacağınız hiç çekilmez durumdaydık. Bir gün daha kötü hava yüzünden bekledik. Sonraki gün öğleden sonra birinci kampa ulaşacak şekilde yola çıktık. Kalan iki çadırımızdan birini ikinci kampta bırakmış olduğumuzdan, bir kısmımız orada bulunan diğer ekiplerin çadırlarında kaldık. Bu kez Aziz’in tırmanıştan çekilme kararıyla on kişi kalmıştık. İnilçek buzulu üzerindeki birinci kampta “elalemin” sıkışık çadırlarında buzulun sürekli guruldayan, çatırdayan, şarıldayan karnı üzerinde kötü bir gece geçirdik, sanki başımıza gelecekleri bilirmiş gibi…!

Süpermen, asla pelerinsiz yola çıkma!
Kötü gecenin sabahı ya da aslında şöyle demek uygun olur; kötü gecenin bir yarısı yine tam takım giyinip, takıp takıştırıp, iki ekip halinde iplere girip yola koyulduk. Bir önceki korkunç çığın sesi ve görüntüsü her an burnumuzun dibinde olarak ilerlemeye başladık. İlk ekipte Serhan arkasına Bora’yı, Elif’i, beni ve Meltem’i bağlamış sürükleyerek gidiyordu. İkinci ekip Seyhan, Çağatay, Hakan ve Serkan’dan ibaretti. Suna o sabah verdiği kararla anakampa dönüyordu. İçimiz buruk, bir garımızı kaybetmiştik. Önümüzdeki etap 5000m’ye kadar en riskli bölgeydi ve Khan Tengrinin o ana kadar bize ettikleri düşünülürse hiç de yolu açık bir ekip sayılmazdık! Serhan inanılmaz bir hızla tırmanıyor, arkasından bizleri cekiyordu. Tamam riskli etabı hızlı geçmemiz gerekiyordu da dağcılığımızın da bir sınırı vardı hani! Kendimi zincire vurulmuş köle gibi hissediyordum. Bizi zorlayan kas güçlerimiz değil nefeslerimizdi. Çantalar ağırdı her zamanki gibi, üstümüz başımız emniyet kemeri, karabin, ip kazma kürek vesaire vesaire doluydu.. Ah, Of demeye kalksak, Serhan kükrüyordu önden! Bir öndeki ipten göbekten çekiştirme, bir arkadakine asılma falan gerçekten içler acısı bir halde koşuşturuyorduk. Ta ki daha önceki geçişlerden de bildiğimiz en geniş çatlağın başına gelene kadar. Bundan önce riskli çatlakları geçerken tek tek atlayıp, ipleri sabitleyerek ilerliyorduk. Yine aynı şey yapılacaktı, Serhan ilk adam olduğundan onu yalnızca hemen arkasındaki Bora tek yönlü olarak sabitleyebilirdi, ayrıca karşıya geçebilmek için Serhan’a biraz boşta ip bırakmalıydı. Öyle de oldu. Mevcut olmayan şey, çatlağın eski haliydi ne yazık ki, üzerinden bir sürü ekip geçmiş ve çatlak iyice genişlemişti. Hemen önümüzde iki Alman karşıya atladılar, çantalarını çıkarmışlardı ve baton değil kazma kullanmışlardı. Ancak aramızdaki fark bizim ekip liderimizin insanüstü güçlere sahip süpermenin ta kendisi oluşuydu!! Serhan sırtında otuz kiloya yakın çantası, boynunda kamera, ellerinde batonlarıyla sakince Bora’ya döndü ve şöyle seslendi: “Sıkı durun şimdi bir Süpermen atlayışı yapacağım”.
Serhan atlayışını yaptı ancak havadayken acı gerçeği fark etti, pelerini! Pelerinini unutmuştu! (Yeni dağcılara notlar III: Bir süpermen asla pelerinsiz uçuş yapamaz.)
Henüz aydınlanan havada Serhan’ın düşüşünü tam görememiştik, içine düştüğü çatlak dipsiz olduğundan sesini de duyamıyorduk, sadece Bora tam olarak kara saplanmış durumdaydı ve koşumundaki yükten Serhan’ın nasıl bir pozisyonda oladuğunu anlamamız kısa sürdü! Çatlağın karşı yanına geçmiş Almanlar Serhan’ı görebiliyor ve duyuyorlardı, bize kolunun kırılmış olduğunu söylediler. Serhan düşüşü durduğu anda omzunun çıktığını anlamış zira kolunu çenesinin doğrıltusunda sallanmasının normal olmadığını çabuk kavramış! Kolu göbeğinde başaşağı sallanırken, Almanlara ingilizce dert anlatamayacağından kırıldı diyivermiş. Durumu anladığımızdan itibaren, olabilecek en soğukkanlı halimizle işe koyulduk. Önce yükü Boranın üzerinden alabilecek bir nokta oluşturduk. İkinci ekip de geldi yanımıza, durumu saniyelerde değerlendirip, palanga yerine doğrudan çekerek çıkarmaya karar verdik. Kalabalıktık, çığ bölgesindeydik, ne de olsa sadece bir ipin ucunda sallanan arkadaşımız çatlağın içine düşerse, binlerce yıl sonra insan türü örneği olarak bulunmak üzere “dip friz” olabilirdi. Bir kaç hamle sorunsuz çekebildik, ancak sonra takıldık, Serhan’ın üzerinde neredeyse kendi ağırlığı kadar da ıvır zıvır vardı, hem ağırlık yapıyor hem de çatlağın içine takılıyorlardı.(Yeni dağcılara notlar IV: yaralıyı çekerken kuracağınız sistemin çok güçlü ya da sağlam olması bazı durumlarda tehlike yaratabilir, son gücünüzle çekerken, bir yere takılmış sedyenin ya da yaralının ipini koparabilirsiniz. Ya da yaralının doğrudan bir çıkıntıya sıkışarak daha da yaralanmasına yol açabilirsiniz.) Biz bu sorunu Hakan’ı bir başka iple Serhan’ın yanına indirmekle çözdük. Hakan indi, Serhan’ın çantasını kamerasını kesti, biz çekerken oraya buraya takılmasını önledi. Gerçekten çok kısa sürede, yirmi yirmibeş dakikada çıkardık Serhan’ı. Sıra tıbbi müdahaleye ve tahliyeye gelmişti. Hızlı olmaya devam etmemiz gerekiyordu; kar atıştırıyordu, bir kaç gün önce patlayan serakların arkadaşları tepemizde dikiliyordu ve Serhan formundan hiç bir şey kaybetmemiş bir şekilde öfkeleniyordu! Yabanıl ortamda tıbbi müdahale ders notları: bakınız çıkıklar: omuz çıkıkları, çıkığı yerine oturtma yöntemleri no bir… Herkes hafif telaşlı kendi ezberindeki notları karıştırırken Çağatay kahramanca atıldı ve “ben hatırlıyorum” diyiverdi. O andan sonra patron Çağatay olacaktı, ancak ne yazık ki bizim yaralımız kitaplardakilere ya da eğitimlerdekilere benzemiyordu. Herşeye karışan, hiç bir müdahaleye izin vermeyen, sürekli laf anlatan ve de üstüne üstlük acı da çeken bir süpermen! Biz doğrusunu yapmaya çalışsak da Serhan’ın izin verdiği kadarı yapılabiliyordu. Sonuçta orada kar üzerinde bir iki denemeden sonra bu işin öyle kolay olmayacağını anladık, hızlı bir şekilde birinci kampa inip orada çadırda takacaktık omuzu. Anakampa telsizle haber verdik, Aziz orada tesadüfen karşılaştığımız Türk doktor arkadaş Hakan ile birlikte birinci kampa doğru yola çıktı. Biz de Serhan’ın direktifleriyle en az acı veren pozisyonları tutturmaya çalışarak yaralıyı yürüterek çadıra indirdik. Aziz’le doktor Hakan gelmeden öğrendiğimiz yöntemleri uygulayarak Serhan’ın omzunu yerine oturttuk. Oturttuk oturtmasına da sonrasını öğrenmemişiz! Yani omuz oturduktan sonra ağrının devam edebileceği, yaralının kolunu hemen oynatmasının beklenemeyeceği ve hatta oynatmadan hemen sabitlenmesi gerektiğini kestiremedik. Daha doğrusu omzu taktık mı emin olamadık, illa kolunu oynatsın diye uğraştık. Doktor Hakan geldiğinde o da emin olamadı ve hep birlikte Serhan’ın taklmış olan omzunu yeniden takmal için bir kaç saat uğraştık! Neyse sonuçta nedense omzun takıldığına ikna olduk ve Serhan’ı rahat bıraktık.
İşte bir başka kritik karar aşamasına gelmiştik. Bir kez daha yüksek irtifada ekip tırmanışının temel sorularından biriyle karşı karşıyaydık: hep beraber ve hiç birimiz mi? yoksa ölen ölsün kalan sağlar bizim mi?

Biz Gerçek Bir Ekibiz Galiba !
Birinci kampta, Serhan’ın biraz kendine gelmesini bekledikten sonra birlikte karar verdik; bir grup tırmanışa devam edecekti, diğerleri Serhan’ı anakampa indirip durumuna göre şehre götürecekti. Bora Elif Hakan Meltem Çağatay ve Serkan yola devam ediyordu. Eş durumundan ben, artık Khan Tengri’ye gerçekten kızgın olan Seyhan, zaten tırmanışta olmayan Aziz ve doktor Hakan ile çolak süpermen Serhan anakampa dönüyorduk. Çok buruk çok zor bir ayrılma oldu. Serhan ekip liderliğini Bora’ya devretti. Binbir uyarı, tembih, ipucu, dolduruş, övgü, vb.ile ayrıldık birbirimizden.
Anakampa indik oradaki diğer doktorlar da baktıklar Serhan’ın omzuna, Tam sabitleme ile bir kaç gün daha durabileceğini söylediler. Böylece tırmanışın sonuna kadar ekipten ayrılmamaya karar verdi Serhan. Sonraki günler anakamp hayatımız tamamen yukarıdakilerin tırmanış planlarına bağlanmıştı. Telsiz görüşmelerine göre yatıp kalkıyor, yemeklerimizi ona göre ayarlıyor, durum iyiyse neşeleniyor kötüyse sessizleşiyorduk. Artık ekibin daha kalabalık bir kısmı olarak anakamptaydık ancak tüm gündemimiz tırmanış ekibiyle belirleniyordu. Anakampların tümü dolmuştu ve ekipler yukarı gitmeye hazırlanıyorlardı. Fakat iki gün içinde inanılmaz bir yağış dalgası oturdu tepemize. Geldiğimizden beri taşların üzerinde terliklerle hoplayıp zıpladığımız anakampta plastik ayakkabı ve tozlukla dolaşabiliyorduk. Tüm ekipler mahsur kalmıştı. Bir bizimkiler bir de bir iki ekip daha tırmanıştaydı. Durum böyle olunca herkesin kulağı bizim telsizlerdeydi artık. Bizim ekip için telaşlandıklarından değil de daha çok havanın ve rotanın durumunu öğrenebilmek için ilgiliydi herkes türkiş tiimle. Tüm günlerimiz yemek çadırına tıkılı geçiyordu. Çadırı paylaştığımız İspanyol ekibe Anadolunun tüm fantastik lezzetlerini, cevizli sucuğundan tulum peynirine, tattırmıştık zorla. Ekibimizin neredeyse gezici klinik kurmaya yetecek tıbbi malzemesi tüm kampa yaramıştı ve kendimizle çok gurur duyuyorduk. Birbirinden ilginç ekipler ve insanlar vardı ortalıkta. Kocaman puantiyeli paltosuyla, en alt kamptan buraya yürüyerek gelmiş sevimli “little doktor” Saşa, Evereste tırmanmış İspanyol kadın dağcı ve Serhan’ın eski dostunun en yakın arkadaşı çıkan Gürcü rehber, Rus takımının kaptanı Viktor Bey!, karla kaplı anakampta gezintiye çıktığında bulduğumuz minik “kar leoparı” kedicik! Daha neler neler. Ancak bunların hiçbiri bizi bir kaç saatten fazla oyalayamıyordu. Sürekli yukarıdakiler için saat ve gün hesapları, planlar yapıp duruyorduk iki telsiz arası.

Bu Sırada Oralarda…Yine Mağara!
Tırmanış ekibimiz biz ayrıldıktan sonraki gün oldukça iyi bir tempoyla ikinci kampa 5300m.ye çıktı. Orada bıraktığımız çadırda ve de anakamptan izin aldığımız diğer ekiplerin çadırında kaldılar. Daha sonra yukarı mağaraya çıktıklarında hoş bir süprizle karşılaştılar. Geçen sefer ayrılırken bıraktığımız yiyecekler ortalarda yoktu! Durumun kendisinin moral bozuculuğuna mı yoksa aç kalacaklarına mı yansınlar bilemeden bir kez daha mağarada yaşama başladılar. Bu kez daha büyük ve içinde yağış olmayan bir mağarada kalıyorlardı. Havanın günlerce bozması, bizimkileri hem birbirleriyle hem de mağarayı paylaştıkları yarı amerikalı yarı avusturalyalı çiftle iyi kaynaştırdı! Sözü geçen çift zirve dönüşünde mağarada mahsur kaldığından yiyecekleri yoktu. Misafirperver zihniyetli bizimkiler, kendi, olmayan yemeklerini, onlarla paylaşıyorlardı. Aynı zamanda müzik ruhun gıdasıdır anlayışını benimsemiş olarak, aç midelerini unutup ruhlarını doyurmak için saatlerce şarkı söylüyorlardı. Bu tadına doyulmaz müzük şöleninden sonra, mağarayı paylaşan diğer ekiplerin Türkiye hakkında ne düşündüklerini dinlemek isterdim. Telsizden paylaştığımız kadarıyla yukarıda ruh hali sürekli değişiyordu. Bir ara hava açar açmaz inelim de kurtulalım buralardan derken, dağın kuzey tarafından çıkmış, zirveyi yapmış ve şimdi de güneye, bizim kampa inecek çılgın genç Rus dağcıları görünce tırmanış planları yapıyorlardı! Bu canavar ekibin arkalarında bıraktıkları sevimli bir Rus dağcı bizimkilerin yakın dostu olmuştu. Elbette onun da doyurulması gerekiyordu! Yiyecek sorunu bu derece boyutlanınca, biz aşağıdan ekiplerden izin alarak bizimkilere orada bırakılmış yiyeceklerin yerini ilettik. Bir çeşit kamulaştırma anlayacağınız!! Ama başka çare kalmamıştı ekibin en genci olan Serkan’ın ilk kurban olarak yenme tehlikesi vardı!

Nasıl Cıktık Ama!
Hava günlerden sonra açınca, biz bunu aşağıda tüm ekiplerle birlikte kutlarken, yukarıdakiler mağara arkadaşlarıyla vedalaşmaya giriştiler. Yağış durmuş olsa da yüklenmiş rotadan iniş riskliydi. Ya hemen koşup geleceklerdi ya da bir gün daha kalarak zirveyi deneyeceklerdi. Khan Tengri’nin tüm oyunlarını atlatmış olarak tırmanışa karar verdiler aslan arkadaşlarımız. Tırmanış günü hava açıktı, ancak havanın açık olması yukarıda bulutları dağıtan rüzgar olması anlamına geliyordu. Yani çok soğuk çoook! Mağaradan tüm ekip zirve için ayrıldı önce, ancak önce Elif ve Meltem dağın bu en sevimsiz ve en soğuk halinden bıkıp mağaraya döndüler. Hakan da biraz sonra boğazındaki sorun yüzünden mağaraya döndü. Bizim üç oğlan Bora Çağatay ve Serkan tırmanışa devam ettiler. Anakampta biz yemek çadırının önüne bir bank çekip, elimizde dürbünler ve telsiz oturmuştuk, güneş doğduğu andan itibaren. Hayal meyal bir iki kez seçilebilmiş olsalar da hiç ayrılmadık dürbünlerin başından. Telsiz konuşmalarında elimizden geldiğince güç ve nefes iletmeye çalıştık. Khan Tnegrini son etaplarında sabit hat döşelidir ve zirveye kadar ipe girerek jumarla gidersiniz. Rotanın teknik zorluğu keyif verici düzeyde gider ama yüksektesinizdir ve yorulursunuz!! Bora Çağatay ve Serkan da yoruldular ama gerçekten canavar gibi ilerlediler rota boyunca. Ekip arkadaşlarım diye demiyorum, anakampta herkes takdir etti bizimkileri. Sabahtan akşama öyle sokak ortasında dürbünle oturp kalınca biz, tabi ki diğer ekiplerin de ilgisini çekti tırmanış. Herhalde hiç bu kadar naklen izlememişlerdir anakamptan KhanTengri çıkışlarını! Tırmanışla ilgili saat ayrıntılarını vermeyeceğim bu yazıda, tüm teknik detayları ayrıca raporlarız sonrasında. Ama daha önemli kayıtlar var son olarak kafamda onlarla bitireceğim yazıyı.
Ziveye ulaştıklarında hepimizin telsizleri açıktı. Tüm ekibin. Zirvedekilerin, 5900m.de mağaradakilerin, 4200m.de anakamptakilerin. Gerçekten çok duygulu çok çoşkulu çok güzel konuşmalar geçti aramızda. Zirvede üç kişi duruyordu ama biz onüç kişi olarak Khan Tengrinin zirvesindeydik. On üç kişi hepsinin gözü dolu, birinin tek kolu yok. Serkan’cık seslendi telsizden:
“Ay nefes nefese kalmışım”!!!!

SON...

Devamı...

3 Eylül 2009 Perşembe

TIRMANILMIŞLAR...

2001 yılında, Han Tengri dağına yaptığımız tırmanışı yazmıştım. TAKOZ Dergisinde, iki bölümde yayınlanmıştı. Aşağıda tekmili...

BİZ GEÇENLERDE TİEN SHAN’DA TIRMANIŞTAYDIK I.BÖLÜM

1995 ve 1996’da dağcılık federasyonuyla yaptığımız Elbrus ve Khan Tengri tırmanışlarından sonra bu işin, yani yüksek irtifa tırmanıcılığının tam da bizim ODTÜ ekolü işi olduğuna karar vermiştik. Alpinist değil de daha Himalaya tarzı belki de. ODTÜ’de dağcılık eğitimlerinin önemli bir parçası olan tırmanış etkinlikleri benzer tarzda düzenlenir: kalıcı bir kampınız vardır (anakamp) ve ekipler örneğin bir haftalık bir süre boyunca bölgedeki zirvelere çeşitli rotalardan tırmanışlar yapıp kampa dönerler. Bu tür tırmanışlar düzenlemek, büyük ekipler için plan yapabilme, rotaları belirleme, zamanlama, koordinasyon ve örgütlü hareket edebilme yeteneklerini geliştiriyor. Bir de insanda ekip alışkanlığı yaratıyor! Örneğin üç dört kişilik tırmanışlarda “Yahu biz birini mi unuttuk bir yerde” diyesiniz geliyor! İşte “ekspedisyon” tarzı yüksek irtifa tırmanışları bizlerin bu alışkanlıklarına çok uydu kanımca. Dağa kalabalık gitmek “teknik” açıdan ya da “artistik” açıdan çok da fiyakalı gözükmemekle birlikte, olağanüstü bir birliktelik, güven ve tatmin duygusuyla dönmenizi sağlıyor.
Bu yaz, yani Temmuz Ağustos 2001’de 13 kişilik bir ekiple Tien Shan’da yaşadık bu duyguları. Yüksekteki Kadınlar projemizin[i] antrenman tırmanışı niteliğinde bir etkinlik planlamak istedik ve tüm ekip için en çekici yerin Tien Shan’lar yani Khan Tengri ve Pobeda olduğuna karar verdik. Ekipten ben ve Serhan Khan Tengri’ye daha önce tırmanmıştık (hatta Serhan iki kez çıkmıştı) ve bunun tırmanış organizasyonu açısından çok yarar sağlayacağını düşündük.

“Müşteri Değil Dağcıyız”
Tırmanışın şehirdeki hazırlık aşamaları başlıbaşına bir yazının konusu olabilecek kadar yoğun ve yorucu geçti. Bizler, projenin sahibi “garılar” olarak sponsor bulmak için görüşmeler yaparken aynı zamanda Tien Shan ekibi olarak da sık sık toplanıp, malzeme, antrenman planı, psikolojik hazırlık, mali konular vb. üzerine toplantılar yapıyorduk. Bunların yanında bir yandan da Kazakistan’daki şirketlerle yazışmalar yapıp Türk usülü pazarlık yeteneklerimizi sergiliyorduk. Bize Avrupalı turist şeklinde davranan şirketlere “bakın izah edelim, biz paralı müşteri değil çulsuz sporcularız!” yollu elektronik postalar yolluyor, eskinin sıkı Sovyet sporcularından yeninin açıkgöz tüccarlarına dönüşmüş şirket sahiplerini tavlamaya çalışıyorduk. Şirket pazarlıkları açısından fena sonuçlar elde etmedik sayılır, Almatı’ya ulaşımımız dışında ulaşım, anakamp hizmetleri, anakamp yemekleri falan dahil insaflıca bir fiyata anlaştık. Tek sorunumuz ekibin sürekli değişiyor oluşuydu. Gerçi bu tür kalabalık tırmanışlarda alışık olduğumuz bir şeydi bu, herkesin son dakika işi, derdi, keyfi vb.si çıkabilirdi, bu kez bu olağan belirsizliklerin üzerine, para sorunları ve izin sorunları da eklenmişti, zira sponsor bulamıyorduk ve etkinlik tam bir ay sürecekti. Tırmanışın maliyetini düşürecek her yolu denemeye başladık, yurtdışı pazarlıklar bir yandan yürürken yiyecekleri toptancıdan alıyor, emniyet malzemelerimizi kendimiz imal ediyorduk! Tek olumlu gelişme THY’nın biletleri bize sağlama olasılığıydı, ne de olsa Sayın Devlet Bakanı Sayın THY Genel Müdürüne pek Sayın bir yazı yollamış biz Sayın sporcular için bilet sağlanmasını istemişti. Sonuç olarak THY “sayma” konusunu farklı yorumladı ve bize sadece cüzzi bir miktar indirim bahşetti. Bir yandan hepimiz parasızlıktan kırılıp artık kumbaralarımızı açmaya başlamış durumdayken, Yüksekteki Kadınlar projesi adına biz pek havalı güzeller aman ne demeçler veriyorduk!!! “Bizzz Yüksekteki Kadınlar…………. Projemizin iki boyutu………Neden Everest derseniz………Bu hazırlık tırmanışının önemi………” Sonuçta yüksekteki kadınlar moral olarak dibe vurmuş bir şekilde ama yiğitliklerine insan pisliği sürdürmeden destek aramaya devam ediyordu. Tırmanışa bir hafta kaldığında artık hayatın gerçekleriyle karşı karşıyaydık, en derin, en içten, en kaygılı, en haset, en ilgisiz, en her tür manevi desteğimiz tamamdı da maddi destek yine sevgili dağcı arkadaşlarımızdan ya da ailemizden aldığımız borçlar bağışlar vb. olarak kaldı.

Kaç Kazma Kaç Krampon Kaç Rulo Tuvalet Kağıdı Kaç Scrabble Kaç Kişilik Ne? Kaç Kaç Kaçıııın!
Artık yumurta kapımıza gelmişken bu sefer de son hazırlıklar telaşımız başlamıştı. Devir listeler devriydi: teknik malzeme listesi, tırmanış için yiyecek içecek listesi, ilaç ve ilk yardım malzemeleri listesi, ana kamp için keyif malzemeleri listesi, ara kamp malzemeleri listesi, kişisel malzeme listesi, ekip ortak malzemeler listesi, sporcu listesi, alacaklılar listesi, gitmeden aranacaklar listesi, basın duyurusu listesi vesaire vesaire. Ara sıra bu ekip ruhu işini biraz abarttığımızı düşünmedik değil! Hepimiz yaptığımız her planlamada 13 kişilik düşünür olmuştuk. Ekipteki herkesin bir ayda kaç rulo tuvalet kağıdı tüketme potansiyeli olduğundan, hangi tür kazma ile daha rahat tırmanacağına, her ayrıntıyı konuşuyorduk! Listeler tam hız devam ederken, son haftalarda bir başka devir daha başladı, o da kutlama ve partiler devri. Eeee ne de olsa morale ihtiyacımız vardı! Her fırsatta toplanıp son gergin günleri ortak gevşetiyorduk. Bora ABD’den geldi koşun partiye, 1996’nın Tien Shan dialarını izlemek gerek hadi toplanalım, Erdem hoşçakalın yemeğine davet ediyor haydi yiyelim! Bu zevkü safa devri de uzun sürmedi ve hurçların hazırlanması, malzemelerin kontrolü, telsizlerin düzenlenmesi son dakika işleriyle dolu bir hafta geçirerek hazırlandık. Tüm bu işleri elbette bir işbölümüyle sürdürdük ki bundan bahsetmeden geçemiyeceğim göğüsler kabarttık gerçekten. Her bir ekip üyesi bir işe bulaştı ve halletti, böylece tüm ekip aynı ölçüde gergin ve yorgun başladı işe!!!!

Garip ama Gerçek Sonunda Uçuyoruz
Yolculuğumuzun ilk günü inanılmaz ölçüde iyi başladı. Tüm malzemelerimiz tamamdı. Sevgili Toros’un bizler için diktiği yakışıklı laci hurçlarımız pek havalı gözüküyordu ve sorunsuz bir şekilde hurçlarımız bizler ve yolcu etmeye gelen kitle buluşmuştuk. Herşey zamanında hatta zamanından önce hallolmuştu, havaalanına varmadan önce bir çay bahçesine oturup tüm dostlarla sohbet etmeye dahi vaktimiz oldu. THY yollarından aldığımız taş gibi %20lik indirim cebimizdeydi. Dile kolay yüzde yirmi!!! Mutlu ve huzurluyduk anlayacağınız. Havaalanına geldiğimizde 26 hurcumuzu bankonun önüne dizdik, biletlerimizi çıkardık, bizleri yolcu etmeye gelen dostlarımızla vedalaşmaya başladık. Hata ettik elbette, sanki dağcılığın ne zor bir spor olduğunu bilmezmiş gibi işlerin yolunda gideceğini ummuştuk! Bagajlarımız 700 kilo geliyordu, THY’nin indirim kağıdında bu kadar fazlalık yazılmamıştı ama tabi en önemlisi o gün sorumlu olan THY görevlilerinin keyfi yoktu ve fazla bagaj parası vermemiz gerekiyordu! Sabahtan beri son günlerin en gevşemiş yüz ifadelerine sahip bizlerin bir kez daha kaşları düştü ve yeni bir pazarlık çilesi başladı. Bir yandan THY görevlisini ikna etmeye çalışırken diğer yandan telefon rehberlerimizdeki “önemli” numaraları arıyor maalesef alışık olduğumuz bir ruh haliyle insanlara ne zor durumda olduğumuzu anlatmaya çalışıyorduk. Olmadı, son bir darbe ile fazla bagaj parasını da ödedik ve pek değerli THY indirimimizi THY’ye iade ettik! Uçağa bindiğimizde pek azımız aslında spor amaçlı olarak Kazakistan’ın Tien Shan dağlarına gidiyor olduğumuzu düşünüyordu eminim. Kafamız daha çok ülkemizin değerli kurumlarına sevgi dolu hislerimizle, borçlarımızı nasıl ödeyeceğimizle, Kazakistan’da iltica yolları aranıp aranamayacağıyla vb. dolup taşıyordu. Bizi yolcu etmeye gelen dostlarımızı da şöyle içten kucaklayamamıştık bu kargaşa içinde.

Velkam tu Kazakstan Republikası!
Gecenin geç bir saatinde Öz törkişeyirlaynz turizmin dehşet verici yolculuğunu atlatmış olarak Almatı’ya vardık. Pasaport işlemlerimizden sonra 26 eşek ölüsü hurcumuzu ve diğer bagajlarımızı el arabalarına yükleyip çıkışa yöneldik. Tek korkumuz ya bizi karşılamaya gelen yoksa idi! Hayır korktuğumuz olmadı anlaştığımız şirket görevlileri karşılamaya gelmişlerdi. Hurçlarımız sevimli küçük bir minibüse bizler de başka bir minibüse binip, otelimize geldik. Ekipten Hakan kuzeninin düğününde “kamber” olduğundan bir gün sonra geliyordu bu yüzden bizim Almatı’da boş bir günümüz olacaktı. Bir kaç saat mışıl mışıl uyuyup ertesi gün önce kahvaltı sonra da şirketimize ziyaret planları yapıp yattık. Ama uyumak ne mümkün, haftalardır en az on üç kişilik kafayla yatıp kalkmaya alışmış olan biz zavallılara tek kişilik odalar ayrılmıştı, yalnızlığa alışana kadar kalkıp balkondan yan odaya seslenip “benim odada tv’de var”, koridora çıkıp “sen yatarken ne giyeceksin?” gibi bahanelerle birbirimizi kollayarak sabahı ettik! Almatı’da ilk günümüz fena sayılmazdı, önce şirketimize gittik, tüm etkinlik planını konuşup kararlaştırdık parayı verdik ve ertesi gün yola çıkmak üzere ayrıldık, günün kalanında da haritamız elimizde şehri gezdik, Türkiye büyükelçiliğine gittik ve otele tek kişilik odalarımıza döndük! Akşama Hakan da aramıza katıldı. Sonraki gün sabahtan hurçlarımızı bir arabaya yükledik, yolladık ve kendimizin gideceği arabayı beklemeye başladık. Gerekli izin işlemlerinin uzaması nedeniyle bu bekleyişimiz yaklaşık altı yedi saat sürdü, biz de bu arada tanımadığımız bir ülkede ilk defa karşılaştığımız ve saatlerdir ortada olmayan bir şirkete tüm paramızı ve tüm malzememizi teslim etmiş olmanın iç huzuruyla oyunlar oynadık!!

Sırtımızda Çantamız Kucağımızda Tencere Helikopterdeyiz
Almatı’dan akşamüstü ayrılıp yedi sekiz saatlik yolculukla Akkol’a ulaştık. Akkol kampının kendisine ulaşmamız ise on kusür saat sürdü çünkü Kırgızıstan sınırında güneşin doğup horozun ötüp sınır subayını uyandırmasını bekledik! Tien Shan’da sezon yeni açılıyordu, Akkol kampı da yeni oluşturulmuş durumdaydı. Kampta kocaman bir bina içinde mutfak, yemekhane, bar! Görevlilerin kaldığı mekanlar vardı. Dışarıda da gelecek dağcılar için çadırlar hazırlanmıştı. Orada kamp sorumlumuz Leonid’le onun çevirmeni ve asistanı olarak çalışacak Alyona’yla tanıştık. Leonid yün kazağı, eskimiş askeri pantolonu, kepi, elinde notlar aldığı dosyası ve burnunun üzerine düşmüş yakın gözlüğüyle ilk bakışta sert bir kamp müdürü havası yaratıyordu. Bu sert görünüşlü adamın bol içki içen sevimli ve insancıl yüzünü keşfetmemiz ise çok zaman almadı. Leonid bize güney İnilçek kampının henüz oluşturulmamış olduğunu istersek bir gün akkol kampında kalıp yukarısının hazırlanmasını bekleyebileceğimizi, yarı kendi İngilizcesiyle yarı da Alyona’nın çevirisiyle anlattı. Biz de bir an önce yükselmek istediğimizi ve kampın kurulmamış oluşunun sorun olmadığını, idare edeceğimiz ve hatta kamp kurulmasına yardımcı olabileceğimizi söyledik. Leonidin bu yanıt üzerine gözleri parladı, “Strong Alpinist strong strong”[ii] diyerek Serhan’ın sırtını Türk usulü yumrukladı. Söylediğine göre oraya gelenler turist gibi davranıyormuş hep ve doğal güzellik seyretmeyi, hazır kamplara kurulmayı tercih ediyormuş, işte sonunda gerçek dağcılar gelmiş!!! “Gerçek dağcı” bizler böylece ana kampın tüm malzemesiyle birlikte helikoptere binip 4200metredeki kampımıza uçtuk. Helikopter ilerledikçe yeşil tepeler karlı dağlara, nehirler buzula dönüştü, Tien Shan’ın büyülü ortamı tüm ekibi sardı ve yuvarlak helikopter pencerelerine burunlarımız yapışmış bir şekilde kucaklarımızdaki tencerelere sarılıp etrafı seyre daldık. Sezon gerçekten yeni açılıyordu, o kadar ki anakampa indiğimizde henüz ana kamp yoktu!
Biz bu durumu son derece Polyanna tavrıyla değerlendirdik ve yükseklik hastalığına yakalanmayı önlemek için hareket etme gerekliliğini birbirimize telkin ederek işe koyulduk. Mutfak malzemeleri,kap kacak, kepçeler, koca koca et parçaları, soğanlar, banyo çadırı için kazanlar, müşteri çadırlarının tenteleri, yatak döşekleri… aklınıza ne gelirse hepsini helikopterin indiği yerden kamp alanına taşıdık, upuzun yemek masalarını kerestelerden çaktık, moren taşlarını düzenleyip çadır yerleri hazırladık, tuvalet kabinlerine yer hazırladık, su pompasının yerini kazdık vesaire vesaire. Biz tüm bu işleri yaparken Khan Tengri arada bir bulutlar arasından kafasını uzatıp bakıyordu, henüz kendini aşığına cömertce göstermeye razı olmayan nazlı kız misali!! Anakamptaki o ilk gün gerçekten farklıydı, kamp personeliyle birlikte çalışıp, birlikte yorgunluk çayı içmek anakampı daha bir sahiplenmemizi sağladı. Artık kendimizi gerçekten de müşteri gibi değil, dağcı gibi hissediyorduk. Hem de önemli bir deneyim kazanmıştık, hepimiz yüksek irtifa ekspedisyonları için anakamp nasıl kurulur, neler gereklidir öğrenmiştik.
İki gün içinde kamp hemen hemen tamamen hazırdı. İkişer ya da üçer kişilik çadırlarımıza yerleştik. Yaklaşık bir ay boyunca huzur mekanımız burasıydı! Başuçlarımıza kitaplarımızı yerleştirip, pijamaları yastık altına koyabilirdik.

Veee Perde!
Anakampın kurulmasına yardımcı olup, iki günü 4200mde geçirdikten sonra, artık Khan Tengri için yola çıkmanın zamanı gelmişti. Teknik sorumlumuz Serhan alışılagelen tırmanış planlarından daha farklı bir strateji denememizi önermişti ve ekip olarak tek etapta zirveyi zorlamaya karar vermiştik. Yedi günlük malzememizi yanımıza aldık ve yavaş yükselerek kamp atlamadan ama geri de dönmeden tırmanmak için yola çıktık. İnilçek üzerindeki ilk kamp 4300m.deydi, yani yükseklik olarak anakamptan farklı sayılmaz. İlk gecemiz o yüzden neşeli ve rahat geçti. İkinci kamp için sabaha karşı yola çıkarken ileride pek çok kez yineleyeceğimiz çıkış öncesi hazırlıklarını söylene söylene yapıyorduk. Gecenin ortasında uyan sıcacık tulumunu göz göre göre aç ki içine soğuk hava dolsun! Ocağı yak suları ısıt, en tatlı rüyalarını görme saatinde olmana rağmen ağzına bir şeyler tıkıştırmaya çalış, aman ha yeterince sıvı almayı ihmal etme, çıkış için sıcak içecek hazırla, atıştıracak birşeyleri çantanın üst gözüne koy, içliklerinin üzerine ikinci katlarını giy, eldivenin beren tamam mı? Salopedinin askılarını hemen takma daha sabah çişini yapmadın! Tozluklarını tak, kaskın kafanda mı? Fenerinin pilleri ne alemde, hadi hop dışarı, çadırın kazıkları buz tutmuş kazmanı kullan! Tenteyi katla direkleri topla, çantanı onuncu kez yeniden aç yeniden kapa. İp grupları oluşsun ipe gir, kramponlar tamam mı? E öylese hadi uğurlar ola!
Birinci kamptan sonra Smirnovski etabı başlıyordu. Khan Tengri tırmanışının en sevimsiz kısmını işte burası oluşturur. Göresel açıdan gerçekten büyüleyici olmasına rağmen her an tepenize inebilecek serakların arasından geçip, arzın merkezine seyahat hayallerinize yardımcı olabilecek derinlikte çatlakların üzerinden hoplamanızı gerektiren bir rotadır. Çantalarımızın gerçeküstü ağırlığı ve henüz yükseğe uyumda işin başında oluşumuz düşünüldüğünde hiç de fena olmayan bir tempoyla 5000m.ye ulaştığımızda, ikinci kampa 300-400mlik bir tırmanışın olduğunu acı içinde farkettik. Sezonun Simirnovski buzuluna ilk ayak basan ekibi oluşumuzun gururu iyi güzeldi ama bu aynı zamanda tüm izi bizim açıyor olmamız ve rotayı çıkarıyor olmamızı da getiriyordu. Rotayı açmak demek, ana çatlakları bulmak ona göre iz açmak, çığ potansiyellerinden uzak ve tırmanışa uygun geçişleri yaratmak demekti. Bir sonraki gün devam etmek üzere bu zorlu tırmanışa o günlük ara vermeye ve güvenli gözüken 5000m.deki yerde kamp atmaya karar verdik. Kamp yerimiz güvenli sayılırdı ama üç gün için değil!!! Khan Tengri bu yıl yüzümüze gülmemeye karar vermişti ve ilk mesajını ikinci kampımızda yoğun kar yağışıyla gönderdi. Çadırlarımız kara gömülmüş bir halde geceyi geçirirken, tepemizdeki yamaçlarında aynı oranda karla yüklendiğini düşünmek pek içaçıcı değildi. Serhan bu durumu değerlendirip hemen arkamızdaki yamaca mağara kazmak üzere ekibi uyandırdı ve yağış altında dönüşümlü çalışarak, mağara değil ama sığınak benzeri bir yer kazdık sabaha kadar. Çadırları yeni yerlerine taşıyıp günü çadır içinde geçirdik. Ertesi gün beş kişilik bir öncü grup iz açmak ve rotayı oluşturmak için keşfe çıktık, labirente dönüşmüş buzul üzerinde çığlarla ve çatlaklarla köşe kapmaca oynarcasına iz açtık. Sonraki gün bu kez kampın tümünü yukarı taşımak için hazırlanırken, sabah mahmurluğumuz büyük bir gürültüyle kesildi. Çadırların dışında olan Elif’in gözleri hızla büyürken, “bize geliyor” çığlığıyla çadırın içine atlayışını anlamadan seyrettik. Konuyu anlamamız çok kısa sürdü zira çığın parçaları çadırların üzerine yağıyordu. Çığın insanı boğabilecek tozundan korunmak için çadırları sıkıca kapamıştık ama büyük parçalar için yapılacak çok şey yoktu. Umutsuzca çadırı içeriden destekliyor, direklerin kırılmasını önlemeye çalışıyorduk. Bu gelen nasıl birşeydi, henüz öncü dalganın içinde miydik, daha büyüğü gelecek miydi, çadır gömülüyor muydu, tabakalar gelir miydi? Sinir bozan bekleyiş bir süre sonra bitti. Çığ durmuştu, çadırlar sağlamdı, herkes iyiydi. Tırmanış devam edebilirdi.



[i] Everest'e Türkiye'den ilk kadın tırmanışını hedefleyen Yüksekteki Kadınlar Projesi, 2001'de başlamıştı. Hedef, 2006 yılında Türkiye Everest Tırmanış takımından 4 kadın dağcı ile gerçekleştirildi.
[ii] Güçlü dağcı. Alpinist kelimesi tüm eski Sovyet topraklarında ve eski doğu blokunda daha başka pek çok yerde olduğu gibi tarzından bağımsız olarak dağcı anlamında kullanılıyor.

Devamı...

Blogumu açtım bilgisayarımın izniyle...

Gördük görmedik, okuduk okumadık demeyin!..
Şimdilik birikmiş dağ ve spor yazılarını paylaşacağım, içerik böyle. Blogculuk yeteneklerim arttıkça güzelleştiririm umarım.
Haydi bakalım!..
Devamı...