24 Eylül 2009 Perşembe

DAHA YÜKSEK!..




Gaşerbrum II
Işıldayan Duvar
20 Haziran’da uçaktaki yerime oturup, emniyet kemerimi bağladığımda karmaşık duygular içindeydim. Önümde iki aya yakın bir süre, bilinmezlerle dolu olarak duruyordu. Neler olacak? Nasıl olacak? Ne halde döneceğiz? Pakistan Himalayalalarına düzenlediğimiz tırmanış ekspedisyonu, tek başına dağcılık etkinliği olmaktan çıkmış, pek çok başka alanda da sorumluluk yüklemişti bize. Bir takım olarak, kendi organizasyonumuzla Himalayalalara gidiyorduk, bu Türkiye için bir ilk olacaktı. Elif ve ben Türkiye’den 8000 metre üzerine ulaşmayı deneyecek ilk kadın dağcılar, zirveye ulaşabilirsek de Türkiye’nin “en yüksek kadınları!” olacaktık.Hepimiz zirveye ulaşabilirsek Türkiye’den 8000 metre üzerine çıkmış dağcı sayısını tam üç katına çıkarmış olacaktık. Üstelik bu kez etkinliği baştan sona her tür olanakla kaydetmek gibi bir planımız da vardı.

İstanbul’dan bir basın toplantısı ile uğurlandık. Yüzlerimize patlayan flaşların, karşımıza sıralanmış kameraların arasından, ailelerimizin ve dostlarımızın endişeli ama sevecen yüzlerini seçiyorduk. Nihayet uçağa bindiğimizde ben, son birkaç aydır yaşadıklarımızın ve gelecek bir iki ayda yaşayacaklarımızın gerçek olup olamayacağını düşünmeye başlamıştım. Her şeyin son derece gerçek olduğunu anlamam uzun sürmedi. İslamabad’a indiğimizde sabahın altısında suratıma vuran fırın sıcağı gerçekti örneğin! Sonra bizi karşılayan görevli subayımız Raşit’in meraklı bakışları, organizasyon şirketimizin sorumlusu Sultan’ın sıcak gülümsemesi, anakampa ulaşana kadar bize her konuda rehberlik edecek Sarvar’ın içten el sıkışı gerçekti. Ve İslamabad … Bu şehir bizleri şaşırttı açıkçası Pakistan’da görmeyi beklediğimiz kargaşa, yoksulluk toz toprak yerine son derece düzenli, geniş caddeleri olan ve yemyeşil bir başkent bulduk. Başkentin benzemez yapışık ikiz kardeşi Ravalpindi’yi görene kadar kendimizi pek de Pakistan’da hissedemedik. İkiz kardeş “Pindi” şehri ise bizlere pek de yabancı olmadığımız renkli, gürültülü ve sonuna kadar “insan” kent nasıl olurmuş onu gösterdi. Bir basın toplantısı da orda yapıldı, bu kez katılımcılar daha da resmiyet kazanmıştı. Türkiye adına takımımızı sunmak için Pakistan Büyükelçimiz Sayın Kemal Gür, Pakistan hükümeti adına da Turizm Bakanının bizzat kendisi toplantıya katıldı. Gerek büyükelçimizin bize gösterdiği yakın destek ve güven gerekse Pakistan kamuoyunun büyük ilgisi sorumluluklarımızı biraz daha ağırlaştırmış oldu. Bu ekspedisyonun hakkını vermeliydik, zirveli ya da zirvesiz ama elimizden geleni yaptık diyerek dönmeliydik.
Himalaya tırmanışları dağcılık açısından başlıbaşına başka bir alan, Alp stili tırmanışlardan son derece farklı bir “Himalaya stili” var. Himalaya stilinde her şey büyük rakamlarla gerçekleşiyor; tırmanış için gereken gün sayısı, teknik malzemeler, kullanılan özel giysi ve donanımlar, dağa ulaşmak için harcanan emek, hamallar, ahçılar her şey daha fazla, daha kalabalık ve karmaşık. Bizim için tüm bunların organizasyonunu üstlenen şirketin Skardu kasabasındaki ofisinde kendi eşyalarımızı düzenlerken biz de bu karmaşıklığın parçası olmuştuk. Eşyalarımızı taşıyıcılar için 25’er kiloluk parçalara bölüp bidonlara yerleştirme işine kendimi kaptırmış, sanki orda bulunmamızın tek amacı bidonlara eşya bölüştürmekmiş gibi hissetmeye başlamıştım. Sonra fark ettim ki Himalaya tırmanışlarının “büyüklüğü” altında ezilmemenin yolu da bu, yani önündeki işe, günlük olarak ulaşmayı planladığın noktaya odaklanmak. Sonuna kadar bu yöntemi sürdürmeye çalıştık her birimiz, başarılı da olduk. Skardu kasabasında bize gittiğimiz yeri ve asıl işimizi hatırlatan tek mekan kaldığımız “K2 Motel”di. Yıllardır Himalayalaların Karakurum bölgesine düzenlenen tırmanış ekspedisyonlarının ilk durağı olmuş bu motele dağcılık tarihinden anılar sinmişti. Kimi trajedilerle, kimi unutulmaz kahramanlıklarla son bulmuş onlarca tırmanışın öyküsü duvarlara yansımıştı. K2 Motelin duvarlarında her yıl için hazırlanmış panolarda o yıla ait resimler, çıkartmalar, notlar sergileniyordu. Serhan, 1998’de kendi eliyle yapıştırdığı “Atlas K2 tırmanışı” çıkartmasının önünden uzun süre ayrılmadı. Hepimiz için orada Uğur’dan bir şeyler bulmak yürek acıtıcı olmuştu.
Skardu K2 Motel, yatakta yattığımız son yer oldu, buradan sonra bir buçuk ay çadırda geceleyecek, ülkemizle, yakınlarımızla haberleşme olanaklarını yitirecek, dünyanın en yüksek coğrafyasında yer edinme mücadelesi verecektik. Anakampa kadar taşıyıcılar eşliğinde gerçekleştireceğimiz yürüyüşün başlangıç noktası olan Askoli köyüne jiplerle ulaştık. Skardudan Askoli’ye ulaşmak 7-8 saat sürdü. Günde en az beş altı ekspedisyon ekibinin taşındığı bu yol sık sık heyelan ya da su taşkınlarıyla kesiliyormuş, açık olduğu zamanda bile ancak jiplerin akıl almaz yetenekleri (ya da jip sürücülerinin becerileri demek gerekir) sayesinde ilerlemek olanaklı oldu. Askoli köyünde karşılaştığımız manzara ise bir başka şaşkınlıktı. Anakampa yürüyüş boyunca eşyalarımızı yerli halktan taşıyıcıların götüreceğini biliyordum, ama yine de Askoli’de sakin geçirdiğimiz ilk gecenin sabahında kendisine yük verilmesini bekleyen yüzlerce insanla böyle birden karşılaşmayı beklemiyordum. Hane sayısı onu geçmeyen bir köyde toplanmış bu kadar insan, Karakurum’a tırmanış ya da yürüyüş için gelmiş grupların yüklerini taşımak için çevre köylerden gelmişti. Günde 4-5 ABD doları karşılığında 30 kilo yük taşıyorlar, günler boyunca taşta toprakta buzda yatıp kalkıyorlardı. Türkiye’deki ırgatları düşündüm, durumları çok da farklı sayılmazdı. Yüzlerce insanın organizasyonu da başlı başına güç bir iş, bunun için aracı şirketler bir çeşit taşeronluk biçimi kullanıyordu. Serdar adı verilen kişiler aracılığıyla her ekspedisyon için gerekli sayıda taşıyıcı istihdam ediliyordu. Henüz tüm bu hazırlıkların ve kalabalığın şaşkınlığını üzerimden atamadan yürüyüş başladı. Dünyanın en yüksek bölgelerinden birinde, bir kamptan diğerine yürüyerek göçebe hayatı yaşamaya başladık. Yüzüç taşıyıcımız, altı kişilik tırmanış takımımız, ahçımız, iki ahçı yamağımız ve görevli subayımız ile kalabalık bir kervan olarak yola koyulduk. Ulaştığımız her kamp yerinde bizim için taşınan mutfak çadırımız, ortak çadırımız, gecelediğimiz çadırlar kuruluyor, sabah ve aksam eksiksiz öğünler hazırlanıyordu. Sabahları çok erken kalkıp kahvaltımızı hızla tamamlayıp yürüyüşe başlamamız gerekiyordu. Şaşkınlığım bu aşamada daha da derinleşmişti. Bu kadar insan bu kadar emek, malzeme, sadece bizim için miydi? Yaşamda bir çok yerde bu boyutta hizmet görürüz, yemek yediğimiz restoranlarda, konakladığımız otellerde de benzeri bir çalışma var kuşkusuz. Ancak burada bizi etkileyen harcanan emeğin tüm aşamalarının gözler önünde olmasıydı. Kentte de yemek yediğimiz restoranın mutfağını sürekli gözleyebilsek, otel odalarının hazırlanış sürecine tanık olsak benzeri duygular yaşarız diye düşünüyorum. Yürüyüş günleri boyunca her akşam büyük bir yorgunlukla tulumuma giriyordum. Yorgunluğumun kaynağı ise fiziksel olmaktan çok zihinsel ve duygusaldı. Dağcılık yaşamım boyunca hiç böylesi kalabalık bir grupla doğada bulunmamıştım, hiç kendimi böylesine “müşteri”, “turist”, hiç bu kadar ortamın dışında hissetmemiştim. Her an bu düşüncelerle boğuşurken dağlar da rahat vermiyordu. Yürüdüğümüz bölge her gün nefes kesen manzaralar çıkarıyordu önümüze. Yıllardır kitaplarda fotoğraflarını gördüğüm, öykülerini okuduğum efsaneleşmiş dağlar geçit törenindeydiler. Karakurum dağlarının ortasında, Baltoro buzulu üzerinde ilerliyorduk.Gürül gürül akan bir koca nehrin buzula dönüşüp donduğu noktadan geçmiş, 65 kilometrelik Baltoro’da zamanın göreceliğine tanık olmuştuk. Nefes kesen duvarlarıyla Trango kuleleri, dünyanın ikinci en yüksek ama en zor zirvesi K2, heybetli Broadpeak dağı ve ismini orada duyduğumuz diğer muhteşem yükseltiler karşımızdaydı.Gaşerbrum II zirvesinin anakampına ulaşmak için altı gün boyunca yürüdük. 5100 metredeki anakamp mekanına ulaştığımızda 2 Temmuzdu, Uğur’un ölüm yıldönümü.
Gaşerbrum II zirvesi 8035metrelik irtifası ile dünyanın en yüksek 13. dağı ve 8000 metre üzerindeki dağlar arasında tırmanış açısından görece az risk içeren bir yapıya sahip. Himalayalardaki ilk deneyim olarak bu dağı şeçerken bunları göz önünde tutmuştuk, öte yandan Karakurum bölgesinin Pakistan’da bulunması Türkiye’den gelen dağcılar olarak bizim için önemli kolaylıklar sağladı.Himalayalardaki bu ilk deneyimimizde dağlardan önce halkla kaynaşmıştık, taşıyıcılarımızla arkadaş olmuş,turistlikten, kardeşliğe geçivermiştik. Şimdi sıra insanı heybetiyle eziveren bu koca dağlarla tanış olmaktaydı.
Anakampa ulaştığımızda yağışlı ve kapalı bir hava vardı, bizi çevreleyen zirveleri göremiyorduk. Kendimize bir yer bulup bir mutfak çadırı, bir yemek çadırı, bizlerin, ahçıların ve görevli subayın kullandığı beş yatma çadırından oluşan kampımızı kurduk.Taşıyıcılarımız serdarları aracılığıyla ücretlerini aldılar, bahşişler dağıtıldı ve bizi bırakıp hızla aşağılara döndüler. Günler süren kalabalık yaşantının ardından kendi kendimize kalmıştık. Anakampta bizimle birlikte bir ay boyunca sadece yüzbaşı Raşit, ahçı Nisar ve ahçı yamağı Ahmedcan kalacaktı. Ancak ortalık yine de ıssız sayılmazdı, geniş bir alana yayılmış biçimde bizim dışımızda toplam 16 ekspedisyon daha anakamplarını kurmuştu. Bulunduğumuz yer Gaşerbrum II ve 8068 metre yüksekliğindeki Gaşerbrum I zirvelerinin tırmanışları için ortak kullanılan bir bölge olduğu için, her iki zirveye tırmanışa gelen ekipler aynı anakamp mekanında bulunuyorlardı. Burada artık Pakistan özellikleri gitmiş, dünyanın hemen her yanından dağcıların oluşturduğu yeni bir yerleşim kurulmuştu. Sıra sıra dizilmiş anakamplar çok uluslu bir dağcılar kentinin mahalleleri gibiydi. Bizim kendi mahallemizde geçirdiğimiz ilk günler çok kısa sürdü, bir an önce yukarıya doğru yola çıkmak, hedeflediğimiz zirveyi görmek ve işe başlamak istedik.
8000 metre üzeri bir yüksekliğe tırmanmanın bir çok güçlüğü vardır, bunlardan en önemlisi de yüksekliğe bağlı gerçekleşen hava basıncı düşüşüdür. İnsan vücudu deniz seviyesinden yükseldikçe bazı iç düzenlenmelere gereksinim duyar. Alçak irtifalarda kendiliğinden gelişen bu düzenlenme birkaç bin metreden sonra hissedilir hale gelir. Anakampta 5000 metrenin üzerinde günlerini geçirmeye başlamış insanlar olarak bizim de artık daha fazla yükselebilmek için bir uyum süreci yaşamamız gerekiyordu. Yüksekliğe uyum için yapmamız gereken günde bin metreyi aşmayacak biçimde yükselmek ve daha yükseklerde geceyi geçirmeyi hedeflemekti. Bu işin bir diğer kuralı da bu uyum tırmanışları sırasında arada dinlenmek ve eksilen malzemeyi almak için tekrar en başa, yani 5100 metreye geri dönme zorunluluğuydu. Biz bütün bu uyum sürecine bir de ekip tırmanışı boyutunu eklemiştik, yani uyum tırmanışlarından zirve hamlesine kadar tüm aşamalarda olabildiğince ekip halinde hareket edecektik. Ekip liderimiz Serhan hem dağın koşullarını hem de her birimizin öznel durumunu değerlendirip tırmanış stratejimizi oluşturuyordu. 2 Temmuz’dan 19 Temmuza kadar geçen sürede, 6500 metreye kadar yükselmiş ve bu yükseklikte tam üç gece uyumuştuk. Rota hiç de söylendiği kadar kolay gelmemişti bana; anakamptan çıkar çıkmaz başlayan ve beş altı saatlik bir yürüyüşle tamamladığımız ilk etap derin çatlaklarla dolu bir buzul labirentiydi. Bu etabın sonunda 5900 metredeki I. kamp vardı. Bu kampa iki adet çadır kurmuş ve çeşitli seferlerde neredeyse anakampa denk düşecek kadar bol yiyecek ve yakıt taşımıştık. Derin çatlaklara düşme tehlikesine karşı bu etabı hep birbirimize iplerle bağlanmış olarak geçiyorduk. İple bağlı olarak yürümek kendimi güvende hissetmemi sağlıyordu ancak öte yandan arkadan ve önden sürekli çekiştiriliyorum hissiyle huzursuzluk da yaşıyordum. I. kamptan sonrası ise bir başka sürprizdi, 6500 metredeki II. kampa tırmanış çok dik ve sert bir kar kulvarındandı ve sonrasında da pek de huzurlu olduğu söylenemeyecek yükseliş devam ediyordu. Uyum tırmanışları sırasında bu etapları birkaç kez tırmanıp indik. Kısa süre önce Baltoro buzulunda yürürken yaşadıklarımız aklımdan silinip gitmiş tırmanıştan başka şey düşünmez olmuştum. Günlük hedefe odaklanma taktiğini sürdürüyordum. Her gün sadece o günkü tırmanışı, ulaşılacak kampı düşünüp, sürekli kendimi ve vücudumdaki belirtileri yokluyordum. Kişisel olarak performansımdan pek memnun sayılmazdım, yük taşımakta zorlanıyordum ve olması gerekenden fazla yorulduğumu düşünüyordum. Öte yandan iştahım yerindeydi, hemen hiç hastalanmamıştım sadece sürekli akan bir burunla uğraşıyordum ekibin tümü gibi. Ekipteki herkesin bu tekrarlanan git gellerden artık sıkılmaya başladığını hissediyordum. Ben de giderek sabırsızlanır hale gelmiştim, sadece günlük odaklanmalar yapma işinde de çok başarılı olamıyordum. Nasıl bir şeydi şu kahrolası zirve yolu? 7000 metre üzerinde bizi neler bekliyordu?Zirveye ulaşabilecek miydik? Bunlar hep kafamın bir köşesindeydi başından beri ama ilk kez yüksek sesle dile getiriyordum artık. Bu gerginliğim günlüğüme şöyle yansımış: “Düşündüm de dönüşü çok güzel olacak çıkarsak! Benim için gerçek motivasyon bu. Belgesel falan çıkamasak da olur esas güzel olan bizim kadar gurur duyacak insanların mutluluğu. Ben en iyisi biraz daha konsantre olayım bu işe. Ama içimde sürekli bir tedirginlik var işte. Aksi gitmesini bekliyorum her an bir şeylerin. Umarım olmayacak aksilik falan şöyle harika bir dönüş yaşayacağız. Fark ettim ki tırmanışın aşamalarını kendime tanıdık hale getirmeye çalışıyorum. Şimdiye kadar I. kamp, II. kamp oturdu kafamda, zor mor ama II. kampa çıkış da tamam. Sonrasını tasarlayamıyorum, herneyse işte tırmanış aşamalarını tanıdık kılabildikçe iş kolaylaşıyor sanki. O yüzden şu 7000’leri de bir görseydik daha rahatlayacaktım…”16 Temmuz, Anakamp.
19 Temmuzda anakamptan bir kez daha ayrıldık hedefimiz en az IV. kampa kadar ulaşmaktı, yani 7400 metreye. Bu yükseklikten sonra performansımıza ve yükseklikle ilgili durumumuza göre zirveyi de deneyebilecektik ama daha güçlü olasılık bir kez daha anakampa dönerek son denemeyi daha ileri bir tarihte yapmaktı. Plan böyleydi ama hepimiz içten içe bunun artık son deneme olmasını umuyorduk. Öyle de oldu! Anakamptan üçüncü kez ayrılışımızın dördüncü gününde 22 Temmuz’da 8035 metrede Gaşerbrum II’nin zirvesindeydik!
İşler yolunda gitmişti; 19 Temmuzda I. kampa ulaşıp orda kalmış, 20 Temmuzda II. kampa, 21 Temmuzda III. Kampa ulaşmıştık. 7000 metredeki III. Kamp yerinde bizden başka birkaç ekip daha vardı, biz hafif olmak amacıyla bu kez tek çadır getirmiştik tüm ekip için. Altı kişi, çadırda dizdize oturup Serhan’ın kritik kararı vermesini bekliyorduk.
Bu etkinlikte, Himalaya tırmanışlarıyla ilgili öğrendiğimiz şeylerden biri de ekipler arasındaki iletişim ve söylenti ağlarının yarattığı gerilim olmuştu! Aynı hedefe ulaşmak için çaba gösteren yüzden fazla insan vardı orada ve herkes sürekli diğerlerinin ne yapacağı ve yaptığıyla yakından ilgiliydi! Hava durumu, rotanın durumu, emniyet için kullanılan sabit ip hatlarının durumu ve her biri hakkında sürekli değişen söylentiler, tahminler, yorumlar gerçekten kafa karıştırıcı hale geliyordu. Bizi diğer ekipler, ilk başlarda deneyimsizliğimizi vurgular şekilde,“genç Türkiye takımı” diye anarken, tırmanışlardaki performansımız ve sabit ip hatlarını hazırlamakta harcadığımız emek sayesinde “güçlü Türkiye takımı” diye çağırır olmuşlardı. Bu sıfattan gururumuz okşanmakla birlikte, önemli karar aşamalarında önümüzde bizden daha deneyimli birilerini görebilmeyi bekliyorduk açıkçası. Sonunda anladık ki etrafımızda tekil olarak gerçekten deneyimli ve güçlü dağcılar olsa da bizim dışımızda ekip olarak davranan kimse yoktu. O yüzden bize biraz gıpta biraz da hasetle yaklaşıyordu diğer dağcılar. Kararlarımızı kendimiz verecektik, ne saatlik yön değiştiren hava raporları, ne söylenti haline gelmiş rota yorumları, Serhan bizleri de gözlemiş olmanın güveniyle kararı açıkladı: “Arkadaşlar bu gece yarısı yola çıkıp, 7400 metrede IV. kampa çadırımızı bırakıp, durumumuz bugünkü gibi iyi devam ederse zirveyi deneyelim diyorum ne dersiniz?” Ne diyecektik, hepimizin artık içi içine sığmıyordu, belirsizliklerden sıkılmıştık artık daha yüksekleri de görmek istiyorduk! Ekip eksiksiz onay verdi bu karara ve 21 Temmuz’u 22 Temmuz’a bağlayan gece dolunay altında 7000 metre üzerinde ilk adımlarımızı atmaya başladık. Bu yükseklikte insan vücudunun fazla mesaiye geçtiğini hatırlatmak gerekir. Atılan her adımda alt üst olan metabolizma, bir yandan azalan oksijen oranını dengelemek için daha fazla alyuvar üretmeye çabalarken diğer yandan fiziksel ve zihinsel gidişatı da sürekli kılabilmeye uğraşır. İçerideki bu fazla mesai dışarıdan bakıldığında yarı zamanlı çalışan vücuda dönüşür. Hareketler yavaşlar, algı zayıflayabilir hatta halusinasyonlara varan kopuşlar yaşanabilir. Biz ekip olarak bu aşamaları oldukça hafif atlattık. Yavaş ama tempolu biçimde yükselmeyi başardık, hem de iple birbirimize bağlı olduğumuzdan ortak belirlenen bir hızda.7400 metredeki kamp yerine ulaştığımızda gün ağarmıştı, III. Kamptan toplayıp getirdiğimiz tek çadırımızı kuracak yer aramaya koyulduk önce. IV. Kamp mekanı önceki yıllardan kalmış malzemelerin oluşturduğu bir mezarlığa dönüşmüştü. Karlar altında kalmış parçalanmış çadırlar, oksijen tüpleri, ocak parçaları hatta tencere tavalar! Olmamamız gereken bir yerde miydik? Terk edilmiş kamp yerinin görüntüsünün caydırıcılığına inat, ekibin durumu bir o kadar devam etmeğe ikna ediciydi! Çadırı kurup, bir iki saat dinlendik, tırmanış için su erittik ve yolumuza devam ettik. Çadırdan ayrılırken Serhan bir konuşma daha yaptı bizlerle: “ Bu yükseklikten sonra herkes kendi temposunda ilerleyecek, kimse kimseyi beklemeyecek, sadece yapabiliyorsak zirvede bir araya gelelim ve inişte birbirimizi görerek inmeye çalışalım.” Bu biraz tedirgin edici bir şeydi benim için, bu aşamaya kadar hep bir aradaydık, bundan sonra kendi başıma kaldığımda aynı performansı gösterebilecek miydim? Öte yandan doğru olanın bu olduğunu biliyordum, artık 8000 metreye yaklaşıyorduk her birimizin kendi vücudunun sesini dinlemesi gerekirdi. IV. Kamptan ayrıldığımız ilk dakikalarda ister istemez peş peşe yürümeye devam ettik, nasıl olsa birazdan aralar açılır, bari birbirimizi görerek gidebilsek diye düşündüm. Saatler geçti, uzun bir kar kulvarından yan geçtik, sırta doğru ilerledik, sert kar yamacından yükseldik 7700 metreye ulaşmıştık ve hala peş peşe ilerliyorduk! Her birimiz kendi temposundaydı ve ekip kopmuyordu işte! O zaman kendi kendime bu iş oluyor galiba diye düşündüm, 8000 üzerine ulaşacağız. Son üç yüz metrede iyice yavaşlamıştık, bizimle benzer tırmanış stratejisini izlemiş biri Norveçli diğeri İsveçli iki dağcı zirveye ulaşmış aşağı iniyorlardı, üstelik kayakla! Onlarla yolda buluştuk, biz onları tebrik ettik onlar bize kolaylık dilediler. Gerçekten de kolaylıkla devam ettik ve ardı ardına zirveye ulaştık, altımız birden, takım olarak.
Gaşerbrum II dağının zirvesi beklediğimizden daha değişik bir yerdi; bir kere altımızın yan yana ayakta durabileceği bir düzlük yoktu! Zirve ince uzun bir kar kornişinden oluşuyordu. Her an kırılıp kopabilecek sadece bir noktasında küçük bir kaya bloğuna tutunan, kardan bir kılçık. Elimizden geldiğince yanaştık birbirimize, muhteşem manzaraya baktık. İşte K2 göz kırpıyordu bize “Bir daha ki sefer bize de bekleriz” der gibi! Bir kaç fotoğraf çektik ve oyalanmadan inişe başladık. Yarım saat kalmışız zirvede, aslında uzun bile sayılır.
Anakampa geri dönmemiz iki gün aldı, uyum tırmanışları süresince yukarı çıkardığımız toplam beş çadırı, teknik malzemeyi ve yakıt tüplerini toparlayıp indirdik. Çatlaklarla dolu buzul labirentini son defa geçtik, en azından bu yıl bir daha geri gelmeyi düşünmüyorduk! Anakampa ulaşmadan daha buzulun üzerinde, dostlarımızı gördük. Yüzbaşı Raşit, ahçı Nisar, yamak Ahmadcan ve diğer Pakistanlı dostlar buzula Türk ve Pakistan bayraklarını dikmişler bizi bekliyorlardı. Dostlar ekip üyelerini teker teker kucaklayıp, boyunlarına renkli kağıtlar ve rupilerle süslenmiş kolyeler takarken ben de gözlerimde yaşlar çekim yapmaya çalışıyordum. Çadırlarımıza ulaşıp sırtımızdaki yükleri indirdiğimizde bu kez kutlama yapma sırası bize gelmişti, birbirimizi gözyaşları içinde kucaklayıp kutladık. Bizim için zirve orada, anakampa sağlam ve ekip olarak döndüğümüzde tamamlanmıştı.
Gaşerbrum II dağının zirvesine ulaşmıştık ama Karakurum’daki işimiz henüz bitmemişti. Bir iki gün dinlenip yine yola koyulduk, bu kez yarım kalmış bir işi tamamlamaya K2 anakampına gidiyorduk. İki günlük bir yürüyüşle komşu zirve K2’nin anakampına ulaştık. Dağın eteğinde dik bir kayalığın tepesindeki “Gilkey Memorial”a, yaşamını kaybeden dağcılar için oluşturulmuş anıta gelmiştik. Diğer dağcıların anılarının arasına, dostumuz Uğur Uluocak için hazırladığımız plaketi ve onun için değerli olduğunu bildiğimiz bir armağanı yerleştirdik. K2 Uğur’un en çok emek verdiği zirvelerden biriydi, bundan böyle de “Uğursuz” kalsın istemedik.
Tırmanışımız dönüşte farklı biçimlerde karşılandı. Gaşerbrum II dağına tırmanmayı bu yıl yüzü aşkın dağcı denemiş, 13 kişi zirveye ulaşmıştı. Bu 13 kişinin 6’sı bizdik! Dönüş yolunda bir kez daha karşılaştığımız taşıyıcı dostlarımız büyük coşkuyla kucaklayıp kutladılar bizi. Büyükelçimiz Kemal Gür ve eşi Rezzan Hanım sefarethanelerinde misafir ettiler, heyecanımızı paylaşıp gerçekten çok içten kutladılar başarımızı. Pakistan basını büyük ilgi gösterdi. Türkiye’deki dağcılık federasyonuna denk düşen “Pakistan Alpin Klüp” çok ender yapılan bir uygulama olarak her birimize birer sertifika hazırladı. Ayrıca, Alpin Klüp yöneticileri Elif’le beni Pakistan Himalayalalarında 8000 metrelik zirveye tırmanan ilk Müslüman ülke vatandaşı kadın sporcular olarak “ulusal ödül”e aday gösterdiler! Diğer ülkelerden ekiplere gelince, tırmanış hikayemizi ayrıntısıyla öğrenmek isteyip sonrasında bizleri kutlarken şöyle söylediler: “Tebrikler, şanslıymışsınız”.
Düşünüyorum da altımızı birden peş peşe zirveye ulaştıran şey gerçekten şans mıydı, yoksa aynı hedefe odaklanmış ortak çalışmanın başarısı mı?..



Devamı...