4 Eylül 2009 Cuma

YÜKSEK!

BİZ GEÇENLERDE TİEN SHAN’DAYDIK
II.BÖLÜM

I.Bölümün özeti: Hatırlarsanız, günler süren hazırlık sonucu Tien Shan’a ulaşmıştık. Ekibimiz 13 kişiydi. İnilçek buzulunda anakampı kurup, sürekli ama yavaş yükselme taktiğiyle tırmanışa başlamıştık. Rotaya ilk giren ekip bizdik ve kendimizi mayın tarlasında ilerleyen eşşek gibi hissetmemiz için her türlü neden vardı! Zira birinci bölümün sonunda ikinci kampta çadırların üzerindeki çığ kalıntılarını temizlerken bırakmıştınız ekibi!
17 Temmuz sabahı, meşhur çığımızı kafamıza yemiş halde çadırlarımızı toplama hazırlıklarına giriştiğimizde, anakamptan ayrılalı beş gün olmuştu. Havanın iyi oluşundan yararlanarak kar mağaralarına kadar yükselmeyi planlıyorduk. Bir önceki gün rota açmak için yukarı beş kişi cıkıp gelmişti, yani izimiz hazırdı. Saat 7:00 de tırmanmaya başladık. Henüz yeni açılan rotanın hala çatlak tehlikesi taşıması yüzünden yine ipe girmiştik ekipler halinde. Bu kez tüm “garıları” aynı ipe bağlamışlardı! Yüksekteki kadınlar olarak uslu uslu dizilip yürümeye başladık. Yüklerimiz hala çok ağırdı, yüksekliğin etkisi ve uyum gereksinimi de eklenince oldukça ağır bir tempoyla ilerliyorduk.
Khan Tengri güney batı sırtından yükselinen rotada, Khan Tengriyi Çapaev
zirvesiyle birleştiren sırtın hemen altında 5800m civarında, kar mağaraları bulunur (ya da bulunurdu!). Her yıl girişleri kapansa da büyüklükleri ve sağlam kar yapıları sayesinde yeniden kullanılabilen, çığ açısından çok güvenli, tipi rüzgar vb.den korunaklı, geniş, huzurlu ve keyifli mekanlardır. Tabii yerlerini bulabilen şanslı ekipler için! Biz ise daha önce de yazdığım gibi, bu yıl Khan Tengrinin kendine kurban seçtiği bir ekiptik ve oyunu onun kuralları ile oynamaya mahkumduk!
5700m. yüksekliğe ulaştığımızda önümüzde pürüssüz bir sırt yapısı uzanmaktaydı. Serhan daha önceki tırmanışlarından hatırladığı nirengilerle olası mağara yerlerinde arama yapmaya başlamıştı ancak sonuç elde edemiyorduk. Çalıştığımız eğim oldukça dikti, mağara için kazarken izden ilerleyen arkadaşınızı kara gömme olasılığınız vardı, biz de bu olasılıkları hiç kaçırmıyorduk elbette! 5800metrede yükseklik artık belirtilerini göstermeye başlıyordu, üstelik ağır çantalardan ve iz açmaktan çok da yorgunduk. Ama en güzeli mağaraları bulamıyorduk! Aziz telsizle anakampa ulaşıyor Işıl’dan oradaki rehberlere danışmasını istiyordu. Ancak bizim kampın rehberleri hem çok suratsız, hem İngilizce bilmez hem de azıcık kıl olunca sadece “mağara orada sırtın altındadır” gibi son derece aydınlatıcı yanıtlar alıyorduk. Tek gösterge tam sırt üzerinde belli belirsiz seçebildiğimiz işaret direği idi, onun hizasında kazmaya çalışıyorduk, mağara girişi ya da çatlak hattı olabilecek bir yapı üzerinde idik, kazılarımız ve aramamız arada sonuc veriyordu, örneğin Çağatay ve Serkan çalışmaları sonucu geçen sezonun malı bir insan pisliğine ulaşmayı başardılar! Bu heyecanla bir süre o civarda çalıştık ancak hela mekanıyla mağaranın aynı yer olamıyacağına bir süre sonra ikna olduk. Ekibin yorgunluk ve yukseklikten hafif sapıtma durumu ile saatin ilerlemesi birleşince, biraz alçalıp olabilecek en güvenli platoda çadır kurmaya karar verdik. Kafamızda Serhan’ın 1993’te oradan ceset indirmiş olduğu gerçeği dolansa da, yorgunluğun insana dayattığı o müthiş olumluluk hali hepimizi sarmıştı. “Yok canım buraya tabaka inmez, inse de şu çıkıntı tutar bize ulaşamaz, zaten bir gece kalıp gidicez!” Günahımızı almayayım, çadır yerlerimiz güvenliydi gerçekte de, ancak halimiz çok güvenli değildi! Tekrar yağış başlamıştı, acele etmek gerekiyordu çadır yerleri hazırlanıyordu ki Bora’yla ben ABD’li kardeş klübün Elif ve Bora’ya verdiği çadırın bir direğini yamaç aşağı sallayıverdik! Olayı çok net hatırlamadığımdan fakat tek suçlunun kendim olduğuna inanmak istemediğimden Bora’yı da kattım işin içine artık olsun o kadar! Bu vesile ile yeni dağcılara önemli not: çadır direklerini kar üzerinde kendi başına bırakmayın, saplayın. En güngörmüş, “batılıları” bile her zaman kaçma eğilimi taşırlar! Bizimki de kaçtı biz de on bir kafa ve iki çadırla kaldık ortada! Çare bulundu tabi eninde sonunda, Bora ve Seyhan gençlerin çadırına (Çağatay, Hakan ve Serkan’ın) Aziz ve Serhan da “destuur erkek var!” diyerek garılar çadırına dağıldılar zaten ancak iki çadır yeri hazırlayabilmiştik iyi de oldu valla!

Mağara Devri
Bu arada günlerden beri ilk kez bir diğer ekip ile karşılaştık, arkamızdan geldiler, yakınımıza çadır kurdular ve ertesi gün inip gittiler. Bizim strateji hem bizim için hem de diğer Tien Shan tırmanıcıları için farklı ve yeniydi, dağda altıncı günümüzdü ve daha da inmeye niyetimiz yoktu! Hele şu kahrolası mağarayı bulmadan asla! Sonraki sabah sırttaki direğe ulaşma hedefiyle keşife giriştik yeniden.Sırta çıkışın son etabı oldukça dikti, geçtiğimiz yıllarda sabit hatlarla tırmanılan yeri şimdi kendimiz tırmanmalıydık, önce Serhan’la ben sonrasında Bora’yla Serhan ilerleyerek sırta ulaşıldı, bir süre sonra mutlu haberi verdiler telsizle, direğin hemen altında iki oda bir salon mağara bulmuşlar, üstelik direk de sabit hattın işareti imiş! Nasıl sevindik nasıl sevindik! Oysa bir bilge olsaydı yanımızda ve deseydi ki “Ey şaşkınlar siz THY indirimi aldığınızda da böyle sevinmiş sonra indirimi aynen fazla bagajla geri ödememiş miydiniz, oh ne güzel çadır yeri bulduk deyip iki gün karda mahsur kalıp tepenize çığ yememiş miydiniz, mağara bulduk diye sevinip helaya girmemiş miydiniz, ne güzel amerikalılar çadır yollamış diye kurulup sonra direkleri uçurmamış mıydınız? Hala şanslı olabileceğinizi nasıl düşünebiliyorsunuz a benim zavallı ekibim!”
Çadırları toplayıp, sabit hattı jumarlayıp 5900metredeki meşhur mağaraya attık kendimizi. Öncelikle mağara pek o kadar iki oda bir salon değildi de iki yatak bir dolap büyüklüğündeydi daha çok. Tavan çok alçak olduğundan nefeslerimizin buharı bile tavanı eritmeye yetiyordu. Ama olsun biz mağaraya girdiğimizde dışarıda tipi başlamıştı ve en kötü mağara bile tipideki çadırdan iyiydi! Bu düşüncemiz çok kısa sürede değişti maalesef. Tavandan damlayan sular sağnak halini almıştı, üç benzin ocağımız da kötü benzinden tıkanmıştı, birbirimizi çaktırmadan dirsekleyerek en sıkışık halimizle oturup kalmıştık mağaranın içinde. (Yeni dağcılara notlar II: yüksek irtifada çadır yaşamı en az tırmanış kadar teknik ve moral ister, ama ıslak, ocaksız ve sıkışık bir kar mağarası ortamı tırmanıştan çok daha ileri düzey sabır, düzen ve teknik ister, en kötüsü de bunun antrenmanı olmaz.) Ancak bir tanesinden verim alabildiğimiz ocakla onbir kişilik su eriterek ve mağara yağışı altında uyumaya çalıştık o gece. Otururken belli belirsiz dirsekleşmeler yatınca açıkça tekmeleşmeye dönüşmüştü! Herkes ümitsizce kafasına yada poposuna yer açma savaşındaydı. Tahmin edileceği gibi büyük olan kazanıyordu! Örneğin Çağatay beni minder dışına atmayı başararak galip geldi, kafaya tekme ile faul yaptığını iddia edeceğim hakemler de yoktu. Bu sırada Meltem nasılsa kazandığı sırtüstü yatabilme pozisyonunun bedelini suratına sürekli damlayan su ile ödemekteydi! Ertesi gün bu ilk raundda Khan Tengri’ye yenildiğimizi kabul ettik artık. Yüksekliğe uyum ve performans açısından ekip eksiksiz iyi durumdaydı, ancak ocaklarımız çalışmıyordu ve mağara bizi ruhen yormuştu! Öğleden sonra aldığımız ana kampa dönme kararından sonra yanımızdaki fazla yiyeceği mağaranın yakınına bir yere gömdük. Biz mağarayı terk ederken bir başka ekip geldi mağaraya. Biz çıktık onlar girdi , sabit hattan inerken de onlar yukarıda kazma kürek sallamaya başlamışlardı bile. İniş hattının buzlu ve dik yapısından bahsetmiştim bir de üzerine tipi gelince yukarıdan inen herşey taş etkisi yaratmaktaydı. Bizim inişimiz tamamlanmadan işe başladıkları için ortalık biraz karıştı. Önce ben ipteyken suratımın ortasına bir osmanlı tokatı lezzetinde buz parçası yedim, daha sonra Meltem kolundan isabet aldı. Yukarıdakiler, ortak bir dile sahip olmasak da bağırışlarımızdan iyi dileklerimizi anladılar sanırım!
Ara konaklama olarak bu kez 5300 metrede gerçek ikinci kampta kaldık. İki çadırımızı kurduk yerleştik ancak artık biz tedbirli ve kuşkucu bir ekip olmuştuk! Yakınımızda bir kaç ekip daha vardı ve onlar çadırlarında rahatlardı ama farkımız bizim bir haftadır dağda badireler atlatıp durmuş oluşumuzdu. Serhan kamp yerinin hemen yanındaki mağarayı keşfetti, kazıcı ekip içeri girip ortalığı genişletti ve gece için yerimiz hazırlandı! Hepimize şaka gibi geliyordu, bir gece daha mağarada!!! Serhan kararlıydı kimseyi zorlayamam elbette dedi ama günlerdir yağış var ve hava hep çok yumuşak, mağaranın güvenliği, biraz mutsuzluğa değmez mi? Değdi nitekim, bu mağara yukarıdaki gibi olmadı, tavan akmadı kimse kimseyi tepmedi bir güzel uyuduk.

Dağdan indim kampıma, fakat siz de kimsiniz?
Ertesi sabah saat yedide inişe başladık. Çadırımızın birini ve bir takım malzemeyi de bu kampta bıraktık. Smirnovskiden iniş yine gergindi, üstelik son bir haftada ne çok yağış olduğunu kendi gözlerimizle görmüştük. Rota açıktı başka ekiplerin de ayak izleri vardı artık ortalarda. Hatta bizim daha önce açtığımız rotaya sabit hat bile konmuştu. Biz yukarılardayken neler olmuş demek ki diye söylenip inişimize devam ettik. Yine ipteydik, bu kez daha kalabalık iki ekip halinde ilerliyorduk. Çatlaklar ilk geçişimizden beri başka ekiplerin de izleriyle daha belirginleşmişti. Çoğunda adımlar kısa gelmeye başlamıştı bile (bu ayrıntıyı ancak ben ve benim gibi boylu arkadaslarım yani garılar çok iyi anladık!). Serhan önden gidiyor, hızlı olalım diye bize bağırıyordu. Hadi arkadaslar burayı hızlı geçelim ve hoop ilk adımında beline kadar gömülüyor! Bu sahne bir iki kez tekrarlandı ilk adam olarak Serhan’ı arasıra çatlak ağızlarından toparladık. Bu durumun endişe edilecek birşey olmadığını biliyorduk, ne de olsa ipteydik, ne de olsa büyük çatlakların ağzı açıktı yanlışlıkla düşme olasılığı yoktu. Böylece Serhan’ı bir beline, bir göğsüne kadar göme çıkara inişe devam ettik!
Öğlen vakti anakampa varmıştık. Fakat o da neydi, biz bıraktığımızda tek tük çadırların bulunduğu sessiz sakin anakamp mekanı panayır yerine dönmüştü. Bir sürü yeni ekip bir sürü yeni anakamp, rehberler, görevliler herşey değişmişti. Yıllar sonra köyüne inen eşkıya misali tutucu ve ürkek gözlerle bakınıyorduk etrafa. “Yaa bu adam neden benim kazdığım tuvalete giriyor. Işıl neden şu adamla konuşuyor. Bu karşımdaki neden bana sırıtıyor?” gibi hislerle kamp meydanında kalmıştık. Oysa herkes bizi tanıyordu sekiz gündür dağda olan, rotayı açan, mağarayı bulan “Turkish Team”. (yüksekteki kadınlar isim tamlamasını yabancılara öğretmek zor oluyor da ondan türkiş yani!) Tanıtımımızda kampta kalan Işıl ve Nevzat’ın çabalarından da bahsetmeden geçemem. Işıl kamp müdürlüğünü fena kapmış, ekibin banyo suyundan yemek masasının mayonezine herşeyi anında hazır edebiliyordu. Mutfak çalışanları ile ilişkileri Nevzat yürütüyordu. Artık dünyalar güzeli bir ahçımız vardı, yemekler harikaydı. Kampa gelir gelmez ılık kompostoyla karşıladılar bizi. Günler sonra yiyeceğimiz ilk “normal” yemek için yemek çadırımıza doluştuğumuzda halimiz filmlikti (zira filmi çekildi, yakında sinemalarda!). Hepimizin suratları soğuk yanıklarıyla yamalı, dudaklarımız rüzgar ve güneşten patlamış, saçlarımız kafamıza yapışmış, tırnaklarımız ocak isiyle kapkara, masanın etrafında oturuyorduk. Kendimizi hiç de dikey limit artizleri gibi hissedemiyorduk nedense!
Yüksek irtifa anakampları için yapılan bir benzetme vardır; uyum tırmanışından döndüğünüz gün haftanın cumasıdır, cumartesi dinlenme gününüzdür, tekrar tırmanış için hazırlandığınız gün ise tam bir pazar akşamı okul öncesi son saatler sendromu! Bu benzetmenin gerçeği yansıtmadığını iddia edebilene rastlamadım. Bizim için de benzer oldu, anakampa döndükten sonraki gün dinlenme, temizlik, çamaşır yıkama ve oyunlar ile geçti. Ocak ve yakıt işini artık şansa bırakamazdık, onun için işe koyulduk ocaklar temizlendi, karşı yakadaki (inilçek buzulunun dağ yamaçlarına yakın karşılıklı iki ayrı anakamp mekanı var. Biri kırgız diğeri kazak kampı olarak anılır. Bizim kampımız kazak tarafındaydı) “daha zengin” anakamptan tüp alındı. Şans eseri gerçekten takvimde de pazar gününe denk düşen bir sonraki gün gece ilk kampa doğrudan çıkış için hazırlanmaya başladık. Midenizin hizasında bir yerlerde bir boşluk hissiyle dolaşırsınız ya sınav önceleri öyle bir halde son oyunlarımızı oynadık bütün gün. Ama gece yağış sürdü, hava fena kapadı vee ders booş sınav iptal! Bir yandan da yitirdiğimiz günler yüzünden huzursuzlanıyorduk elbette, ne de olsa Khan Tengri’den sonra Pobeda sıradaydı daha, tırmanışı etkilememesi için henüz planlamaya başlamamıştık ama işte orada kampımızın sırtında kocaman duruyordu “zafer” zirvesi.

Gel Gitler
Ertesi günü de dinlenme ve çeşitli oyunlarla geçirdikten sonra bu kez bir salı sabahı saat 03:00’de ana kamptan doğrudan ikinci kampa doru yola çıktık. Hava kapalı ve sinir bozucuydu, birinci kamp hizasından yükselmeye başladığımızda bu sinir bozucu durum nedenini gösterdi. Smirnovski üzerinde bizim önümüzde bir iki ekip daha ilerliyordu, henüz aydınlanmış havada hayal meyal seçiyorduk onları. Birden hepimizin hayatlarımızda duyduğumuz ender ürkünçlükte bir sesle irkildik. Çapaev yamaçlarından tonlarca ağırlığında seraklar patlamıştı ve koskocaman bir vadi sayılacak smirnovskiyi büyük bir hızla bir uçtan diğerine bir bulut kaplıyordu. Hiç ses çıkaramadan olduğumuz yere saplanmış kalakaldık. Önümüzde ilerleyen ekipler de bulutun içine gömülmüştü. Hayatımda ilk kez birilerinin ölümünü izliyor olduğum dehşetiyle korkunç dakikalar yaşadım orada. Neyseki ekipler sadece çığın dumanına yakalanmıştı ve bir süre sonra tekrar görünür oldular. Bu kanlarımızı donduran çığ bir de hafiften hızını artıran kar yağışıyla birleşince ekipte bir değerlendirme yapmaya karar verildi. Bir kez daha, tamam mı devam mı? Yüksek irtifada ekip tırmanışı yapmanın kritik noktalarından birine daha gelmiştik; bir ekibin risk alma sınırı nasıl belirlenir? Kişisel çekinceler ekip içerisinde ne ölçüde gündeme gelmelidir? Tırmanış planlarında ekibin tümü açısından ne oranda esneme olmalıdır. Bunların hiçbiri kesin yanıtlarını bulduğumuz sorular değil henüz ancak her deneyim bize bir şey öğretiyor. O günkü deneyim de bu soruları sormayı öğretti bize. Anakampa geri döndük. Bu kez yüzlerimiz asık, herbirimiz yay gibi gergin, anlayacağınız hiç çekilmez durumdaydık. Bir gün daha kötü hava yüzünden bekledik. Sonraki gün öğleden sonra birinci kampa ulaşacak şekilde yola çıktık. Kalan iki çadırımızdan birini ikinci kampta bırakmış olduğumuzdan, bir kısmımız orada bulunan diğer ekiplerin çadırlarında kaldık. Bu kez Aziz’in tırmanıştan çekilme kararıyla on kişi kalmıştık. İnilçek buzulu üzerindeki birinci kampta “elalemin” sıkışık çadırlarında buzulun sürekli guruldayan, çatırdayan, şarıldayan karnı üzerinde kötü bir gece geçirdik, sanki başımıza gelecekleri bilirmiş gibi…!

Süpermen, asla pelerinsiz yola çıkma!
Kötü gecenin sabahı ya da aslında şöyle demek uygun olur; kötü gecenin bir yarısı yine tam takım giyinip, takıp takıştırıp, iki ekip halinde iplere girip yola koyulduk. Bir önceki korkunç çığın sesi ve görüntüsü her an burnumuzun dibinde olarak ilerlemeye başladık. İlk ekipte Serhan arkasına Bora’yı, Elif’i, beni ve Meltem’i bağlamış sürükleyerek gidiyordu. İkinci ekip Seyhan, Çağatay, Hakan ve Serkan’dan ibaretti. Suna o sabah verdiği kararla anakampa dönüyordu. İçimiz buruk, bir garımızı kaybetmiştik. Önümüzdeki etap 5000m’ye kadar en riskli bölgeydi ve Khan Tengrinin o ana kadar bize ettikleri düşünülürse hiç de yolu açık bir ekip sayılmazdık! Serhan inanılmaz bir hızla tırmanıyor, arkasından bizleri cekiyordu. Tamam riskli etabı hızlı geçmemiz gerekiyordu da dağcılığımızın da bir sınırı vardı hani! Kendimi zincire vurulmuş köle gibi hissediyordum. Bizi zorlayan kas güçlerimiz değil nefeslerimizdi. Çantalar ağırdı her zamanki gibi, üstümüz başımız emniyet kemeri, karabin, ip kazma kürek vesaire vesaire doluydu.. Ah, Of demeye kalksak, Serhan kükrüyordu önden! Bir öndeki ipten göbekten çekiştirme, bir arkadakine asılma falan gerçekten içler acısı bir halde koşuşturuyorduk. Ta ki daha önceki geçişlerden de bildiğimiz en geniş çatlağın başına gelene kadar. Bundan önce riskli çatlakları geçerken tek tek atlayıp, ipleri sabitleyerek ilerliyorduk. Yine aynı şey yapılacaktı, Serhan ilk adam olduğundan onu yalnızca hemen arkasındaki Bora tek yönlü olarak sabitleyebilirdi, ayrıca karşıya geçebilmek için Serhan’a biraz boşta ip bırakmalıydı. Öyle de oldu. Mevcut olmayan şey, çatlağın eski haliydi ne yazık ki, üzerinden bir sürü ekip geçmiş ve çatlak iyice genişlemişti. Hemen önümüzde iki Alman karşıya atladılar, çantalarını çıkarmışlardı ve baton değil kazma kullanmışlardı. Ancak aramızdaki fark bizim ekip liderimizin insanüstü güçlere sahip süpermenin ta kendisi oluşuydu!! Serhan sırtında otuz kiloya yakın çantası, boynunda kamera, ellerinde batonlarıyla sakince Bora’ya döndü ve şöyle seslendi: “Sıkı durun şimdi bir Süpermen atlayışı yapacağım”.
Serhan atlayışını yaptı ancak havadayken acı gerçeği fark etti, pelerini! Pelerinini unutmuştu! (Yeni dağcılara notlar III: Bir süpermen asla pelerinsiz uçuş yapamaz.)
Henüz aydınlanan havada Serhan’ın düşüşünü tam görememiştik, içine düştüğü çatlak dipsiz olduğundan sesini de duyamıyorduk, sadece Bora tam olarak kara saplanmış durumdaydı ve koşumundaki yükten Serhan’ın nasıl bir pozisyonda oladuğunu anlamamız kısa sürdü! Çatlağın karşı yanına geçmiş Almanlar Serhan’ı görebiliyor ve duyuyorlardı, bize kolunun kırılmış olduğunu söylediler. Serhan düşüşü durduğu anda omzunun çıktığını anlamış zira kolunu çenesinin doğrıltusunda sallanmasının normal olmadığını çabuk kavramış! Kolu göbeğinde başaşağı sallanırken, Almanlara ingilizce dert anlatamayacağından kırıldı diyivermiş. Durumu anladığımızdan itibaren, olabilecek en soğukkanlı halimizle işe koyulduk. Önce yükü Boranın üzerinden alabilecek bir nokta oluşturduk. İkinci ekip de geldi yanımıza, durumu saniyelerde değerlendirip, palanga yerine doğrudan çekerek çıkarmaya karar verdik. Kalabalıktık, çığ bölgesindeydik, ne de olsa sadece bir ipin ucunda sallanan arkadaşımız çatlağın içine düşerse, binlerce yıl sonra insan türü örneği olarak bulunmak üzere “dip friz” olabilirdi. Bir kaç hamle sorunsuz çekebildik, ancak sonra takıldık, Serhan’ın üzerinde neredeyse kendi ağırlığı kadar da ıvır zıvır vardı, hem ağırlık yapıyor hem de çatlağın içine takılıyorlardı.(Yeni dağcılara notlar IV: yaralıyı çekerken kuracağınız sistemin çok güçlü ya da sağlam olması bazı durumlarda tehlike yaratabilir, son gücünüzle çekerken, bir yere takılmış sedyenin ya da yaralının ipini koparabilirsiniz. Ya da yaralının doğrudan bir çıkıntıya sıkışarak daha da yaralanmasına yol açabilirsiniz.) Biz bu sorunu Hakan’ı bir başka iple Serhan’ın yanına indirmekle çözdük. Hakan indi, Serhan’ın çantasını kamerasını kesti, biz çekerken oraya buraya takılmasını önledi. Gerçekten çok kısa sürede, yirmi yirmibeş dakikada çıkardık Serhan’ı. Sıra tıbbi müdahaleye ve tahliyeye gelmişti. Hızlı olmaya devam etmemiz gerekiyordu; kar atıştırıyordu, bir kaç gün önce patlayan serakların arkadaşları tepemizde dikiliyordu ve Serhan formundan hiç bir şey kaybetmemiş bir şekilde öfkeleniyordu! Yabanıl ortamda tıbbi müdahale ders notları: bakınız çıkıklar: omuz çıkıkları, çıkığı yerine oturtma yöntemleri no bir… Herkes hafif telaşlı kendi ezberindeki notları karıştırırken Çağatay kahramanca atıldı ve “ben hatırlıyorum” diyiverdi. O andan sonra patron Çağatay olacaktı, ancak ne yazık ki bizim yaralımız kitaplardakilere ya da eğitimlerdekilere benzemiyordu. Herşeye karışan, hiç bir müdahaleye izin vermeyen, sürekli laf anlatan ve de üstüne üstlük acı da çeken bir süpermen! Biz doğrusunu yapmaya çalışsak da Serhan’ın izin verdiği kadarı yapılabiliyordu. Sonuçta orada kar üzerinde bir iki denemeden sonra bu işin öyle kolay olmayacağını anladık, hızlı bir şekilde birinci kampa inip orada çadırda takacaktık omuzu. Anakampa telsizle haber verdik, Aziz orada tesadüfen karşılaştığımız Türk doktor arkadaş Hakan ile birlikte birinci kampa doğru yola çıktı. Biz de Serhan’ın direktifleriyle en az acı veren pozisyonları tutturmaya çalışarak yaralıyı yürüterek çadıra indirdik. Aziz’le doktor Hakan gelmeden öğrendiğimiz yöntemleri uygulayarak Serhan’ın omzunu yerine oturttuk. Oturttuk oturtmasına da sonrasını öğrenmemişiz! Yani omuz oturduktan sonra ağrının devam edebileceği, yaralının kolunu hemen oynatmasının beklenemeyeceği ve hatta oynatmadan hemen sabitlenmesi gerektiğini kestiremedik. Daha doğrusu omzu taktık mı emin olamadık, illa kolunu oynatsın diye uğraştık. Doktor Hakan geldiğinde o da emin olamadı ve hep birlikte Serhan’ın taklmış olan omzunu yeniden takmal için bir kaç saat uğraştık! Neyse sonuçta nedense omzun takıldığına ikna olduk ve Serhan’ı rahat bıraktık.
İşte bir başka kritik karar aşamasına gelmiştik. Bir kez daha yüksek irtifada ekip tırmanışının temel sorularından biriyle karşı karşıyaydık: hep beraber ve hiç birimiz mi? yoksa ölen ölsün kalan sağlar bizim mi?

Biz Gerçek Bir Ekibiz Galiba !
Birinci kampta, Serhan’ın biraz kendine gelmesini bekledikten sonra birlikte karar verdik; bir grup tırmanışa devam edecekti, diğerleri Serhan’ı anakampa indirip durumuna göre şehre götürecekti. Bora Elif Hakan Meltem Çağatay ve Serkan yola devam ediyordu. Eş durumundan ben, artık Khan Tengri’ye gerçekten kızgın olan Seyhan, zaten tırmanışta olmayan Aziz ve doktor Hakan ile çolak süpermen Serhan anakampa dönüyorduk. Çok buruk çok zor bir ayrılma oldu. Serhan ekip liderliğini Bora’ya devretti. Binbir uyarı, tembih, ipucu, dolduruş, övgü, vb.ile ayrıldık birbirimizden.
Anakampa indik oradaki diğer doktorlar da baktıklar Serhan’ın omzuna, Tam sabitleme ile bir kaç gün daha durabileceğini söylediler. Böylece tırmanışın sonuna kadar ekipten ayrılmamaya karar verdi Serhan. Sonraki günler anakamp hayatımız tamamen yukarıdakilerin tırmanış planlarına bağlanmıştı. Telsiz görüşmelerine göre yatıp kalkıyor, yemeklerimizi ona göre ayarlıyor, durum iyiyse neşeleniyor kötüyse sessizleşiyorduk. Artık ekibin daha kalabalık bir kısmı olarak anakamptaydık ancak tüm gündemimiz tırmanış ekibiyle belirleniyordu. Anakampların tümü dolmuştu ve ekipler yukarı gitmeye hazırlanıyorlardı. Fakat iki gün içinde inanılmaz bir yağış dalgası oturdu tepemize. Geldiğimizden beri taşların üzerinde terliklerle hoplayıp zıpladığımız anakampta plastik ayakkabı ve tozlukla dolaşabiliyorduk. Tüm ekipler mahsur kalmıştı. Bir bizimkiler bir de bir iki ekip daha tırmanıştaydı. Durum böyle olunca herkesin kulağı bizim telsizlerdeydi artık. Bizim ekip için telaşlandıklarından değil de daha çok havanın ve rotanın durumunu öğrenebilmek için ilgiliydi herkes türkiş tiimle. Tüm günlerimiz yemek çadırına tıkılı geçiyordu. Çadırı paylaştığımız İspanyol ekibe Anadolunun tüm fantastik lezzetlerini, cevizli sucuğundan tulum peynirine, tattırmıştık zorla. Ekibimizin neredeyse gezici klinik kurmaya yetecek tıbbi malzemesi tüm kampa yaramıştı ve kendimizle çok gurur duyuyorduk. Birbirinden ilginç ekipler ve insanlar vardı ortalıkta. Kocaman puantiyeli paltosuyla, en alt kamptan buraya yürüyerek gelmiş sevimli “little doktor” Saşa, Evereste tırmanmış İspanyol kadın dağcı ve Serhan’ın eski dostunun en yakın arkadaşı çıkan Gürcü rehber, Rus takımının kaptanı Viktor Bey!, karla kaplı anakampta gezintiye çıktığında bulduğumuz minik “kar leoparı” kedicik! Daha neler neler. Ancak bunların hiçbiri bizi bir kaç saatten fazla oyalayamıyordu. Sürekli yukarıdakiler için saat ve gün hesapları, planlar yapıp duruyorduk iki telsiz arası.

Bu Sırada Oralarda…Yine Mağara!
Tırmanış ekibimiz biz ayrıldıktan sonraki gün oldukça iyi bir tempoyla ikinci kampa 5300m.ye çıktı. Orada bıraktığımız çadırda ve de anakamptan izin aldığımız diğer ekiplerin çadırında kaldılar. Daha sonra yukarı mağaraya çıktıklarında hoş bir süprizle karşılaştılar. Geçen sefer ayrılırken bıraktığımız yiyecekler ortalarda yoktu! Durumun kendisinin moral bozuculuğuna mı yoksa aç kalacaklarına mı yansınlar bilemeden bir kez daha mağarada yaşama başladılar. Bu kez daha büyük ve içinde yağış olmayan bir mağarada kalıyorlardı. Havanın günlerce bozması, bizimkileri hem birbirleriyle hem de mağarayı paylaştıkları yarı amerikalı yarı avusturalyalı çiftle iyi kaynaştırdı! Sözü geçen çift zirve dönüşünde mağarada mahsur kaldığından yiyecekleri yoktu. Misafirperver zihniyetli bizimkiler, kendi, olmayan yemeklerini, onlarla paylaşıyorlardı. Aynı zamanda müzik ruhun gıdasıdır anlayışını benimsemiş olarak, aç midelerini unutup ruhlarını doyurmak için saatlerce şarkı söylüyorlardı. Bu tadına doyulmaz müzük şöleninden sonra, mağarayı paylaşan diğer ekiplerin Türkiye hakkında ne düşündüklerini dinlemek isterdim. Telsizden paylaştığımız kadarıyla yukarıda ruh hali sürekli değişiyordu. Bir ara hava açar açmaz inelim de kurtulalım buralardan derken, dağın kuzey tarafından çıkmış, zirveyi yapmış ve şimdi de güneye, bizim kampa inecek çılgın genç Rus dağcıları görünce tırmanış planları yapıyorlardı! Bu canavar ekibin arkalarında bıraktıkları sevimli bir Rus dağcı bizimkilerin yakın dostu olmuştu. Elbette onun da doyurulması gerekiyordu! Yiyecek sorunu bu derece boyutlanınca, biz aşağıdan ekiplerden izin alarak bizimkilere orada bırakılmış yiyeceklerin yerini ilettik. Bir çeşit kamulaştırma anlayacağınız!! Ama başka çare kalmamıştı ekibin en genci olan Serkan’ın ilk kurban olarak yenme tehlikesi vardı!

Nasıl Cıktık Ama!
Hava günlerden sonra açınca, biz bunu aşağıda tüm ekiplerle birlikte kutlarken, yukarıdakiler mağara arkadaşlarıyla vedalaşmaya giriştiler. Yağış durmuş olsa da yüklenmiş rotadan iniş riskliydi. Ya hemen koşup geleceklerdi ya da bir gün daha kalarak zirveyi deneyeceklerdi. Khan Tengri’nin tüm oyunlarını atlatmış olarak tırmanışa karar verdiler aslan arkadaşlarımız. Tırmanış günü hava açıktı, ancak havanın açık olması yukarıda bulutları dağıtan rüzgar olması anlamına geliyordu. Yani çok soğuk çoook! Mağaradan tüm ekip zirve için ayrıldı önce, ancak önce Elif ve Meltem dağın bu en sevimsiz ve en soğuk halinden bıkıp mağaraya döndüler. Hakan da biraz sonra boğazındaki sorun yüzünden mağaraya döndü. Bizim üç oğlan Bora Çağatay ve Serkan tırmanışa devam ettiler. Anakampta biz yemek çadırının önüne bir bank çekip, elimizde dürbünler ve telsiz oturmuştuk, güneş doğduğu andan itibaren. Hayal meyal bir iki kez seçilebilmiş olsalar da hiç ayrılmadık dürbünlerin başından. Telsiz konuşmalarında elimizden geldiğince güç ve nefes iletmeye çalıştık. Khan Tnegrini son etaplarında sabit hat döşelidir ve zirveye kadar ipe girerek jumarla gidersiniz. Rotanın teknik zorluğu keyif verici düzeyde gider ama yüksektesinizdir ve yorulursunuz!! Bora Çağatay ve Serkan da yoruldular ama gerçekten canavar gibi ilerlediler rota boyunca. Ekip arkadaşlarım diye demiyorum, anakampta herkes takdir etti bizimkileri. Sabahtan akşama öyle sokak ortasında dürbünle oturp kalınca biz, tabi ki diğer ekiplerin de ilgisini çekti tırmanış. Herhalde hiç bu kadar naklen izlememişlerdir anakamptan KhanTengri çıkışlarını! Tırmanışla ilgili saat ayrıntılarını vermeyeceğim bu yazıda, tüm teknik detayları ayrıca raporlarız sonrasında. Ama daha önemli kayıtlar var son olarak kafamda onlarla bitireceğim yazıyı.
Ziveye ulaştıklarında hepimizin telsizleri açıktı. Tüm ekibin. Zirvedekilerin, 5900m.de mağaradakilerin, 4200m.de anakamptakilerin. Gerçekten çok duygulu çok çoşkulu çok güzel konuşmalar geçti aramızda. Zirvede üç kişi duruyordu ama biz onüç kişi olarak Khan Tengrinin zirvesindeydik. On üç kişi hepsinin gözü dolu, birinin tek kolu yok. Serkan’cık seslendi telsizden:
“Ay nefes nefese kalmışım”!!!!

SON...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder